Enver abinin İstanbuldan Kurban Bayramından iki gün önce gece vakti geldiğini biliyordum. Sabah erken saatte dış kapılarını gürültülü bir şekilde açarak çıktı. Evlerinin bitişiğindeki fırından sıcacık ve gevrek tırnaklı pide alacaktı galiba. Dış kapının önündeki merdivenden inerek caddeyi ayıran kaldırımın üzerinde durdu. Doğmakta olan güneş gözlerini kamaştırdı. Ak düşmüş dalgalı saçları güneş ışığı altında daha da belirginleşerek yakamozlu denizi andırdı bana. Etrafını ilk defa görüyormuşçasına izliyordu. Duruşuna göre sağ tarafına baktığında ne gördüyse öylece kaldı. Çok şaşırmış hatta şok olmuş gibiydi. Zaten iri olan gözleri biraz daha açıldı, bizim tabirle gözü tas gibi oldu. Sağ çaprazında duran ve bakışının takılı kaldığı tarafa yöneldi. Ya da oradaki bir şey mıknatıs gibi onu kendine çekmeye başladı. Arabaların artık hızla gelip geçtiği evlerin önünden caddenin ortasına doğru âmâ yavaşlığıyla yürüdü. Ne yapıyor bu?! Bir kamyon mahallenin henüz uyanmamış sakinlerini uykusundan uyandıracak yankısıyla kornasını uzunca çalarak acı bir fren yaptı.
Enver abi!
Beni görseydi hatırlar mıydı bilmiyorum. Ya ben imam Vahapın kardeşi Bilal deseydim? O lise son sınıfta okurken ben ilkokula başlamamıştım henüz. Enver abi, İstanbul üniversitesi Basın- Yayın fakültesini kazanıp gitti. Sonraki dönemlerde maalesef onunla hiç bir araya gelemedim. Mahallelerinin 5 kişilik arkadaş grubundan en çok onu severdim. Çok yakışıklıydı ve çocukları görünce daima gülümserdi. Aramızda bir mahalle vardı. Ben liseden sonra okumadım. Zaman sonra çevre yolunun altındaki Sanayide kendi dükkânımı açtım, evlenip çoluk çocuğa karıştım. Ayağımın üzerine traktör kasası düşünce tekerlekli sandalyeye mahkûm oldum. Zamanımın çoğu kendi yaptığım binanın son katındaki dairenin geniş balkonunda geçer. Balkon mahallenin ortasından geçen caddenin Aşağı Bağlar İlköğretim okuluna kadar olan kısmını görebiliyor.
Arife günü, sözleşmiş gibi neredeyse aynı vakitte fırının diğer bitişiğindeki evden Hüseyin abi çıktı. Uzun boyluydu ve simsiyah saçları vardı. Saçlarına hala hiç ak düşmemişti. Dik vücudunun boynuna yakın kısmından itibaren belirgin bir eğriliği vardı. Lisedeyken bazı çocuklar onu kambur kambur diye kızdırırdı. Kayseri tıp fakültesini kazanmış, aynı fakülteden biriyle evlenmişti. Diğer 5 arkadaşı gibi uzun aralıklarla memleketini ziyarete geliyordu. Evin önündeki Toyata Avensis marka arabasından cüzdana benzer bir şey aldı. Etrafına bakındı. Çevresini ilk defa görüyormuşçasına izliyordu. Duruşuna göre sağ tarafına baktığında ne gördüyse öylece kaldı. Çok şaşırmış hatta şok olmuş gibiydi. Sağ çaprazında duran ve bakışının takılı kaldığı tarafa yöneldi. Enver abiyle aynı şeyi yapıyordu! Caddenin ortasına doğru çapraz yürüdü. Bir minibüs, şoförün fren pedaline aniden bastığını hissettirip kavis çizerek acı bir fren yaptı.
Hüseyin abi!
O kadar dalgındı ki duymayacağından emindim.
Bayramın birinci günü de her zamanki gibi balkona çıktım. Bu kez oldukça tedirgindim. Kafam soru işaretleriyle doluydu. Tepe dediğimiz yukarıya doğru tırmanan ve aynı caddeyi paralel kesen sokağın başında bulunan evin tahtadan yapılı kapısının sesiyle kendime geldim. Yılmaz abi babasıyla birlikte dışarı çıkıyordu. Birlikte bayram namazına gideceklerdi. Yılmaz abi her zaman ki gibi çok neşeliydi. Babasının sürekli asık suratında tebessüm mimikleri oluşmasına sebep olabilmişti. Lisede hep birinciydi. Ortaokuldayken öğretmenleri onu bir sınıf atlatalım mı diye kendi aralarında konuşurlarmış. ODTÜ bilgisayar mühendisliğini kazanmış, mezun olduktan sonra oraya yerleşmişti. Kısa boylu ve çelimsiz biriydi. Bak şuna nasıl kilo almış! Bu Yılmaz abinin o Yılmaz olduğuna kim inanır?
O da etrafını ilk defa görüyormuş gibi izledi. Duruşuna göre sağ tarafına baktığında ne gördüyse öylece kaldı. Çok şaşırmış hatta şok olmuş gibiydi. Sağ çaprazında duran ve bakışının takılı kaldığı tarafa yöneldi. Caddenin ortasına gelmişti bile. Hollanda plakalı BMV marka 5.20 serili bir otomobilin şoförü fren yapmasına rağmen direksiyona hâkim olamadığı için kazanın gerçekleşmesinin önüne geçemedi.
Yılmaz abi!
Babası ağzından çıkan şu kelimeyi hayatında ilk defa kullanacaktı.
Oğlum!
O akşam kâbuslar içinde uyudum. Sabah yine balkona çıkacak 5 yakın arkadaşın henüz memleketlerine gelemeyen diğer ikisinin evlerine doğru bakacaktım. Korkuyordum.
Çok sevdiğim, imrendiğim ağabeylerimi bir bir kaybediyordum. Planlanmış gibi kaç gündür aynı davranışları gösteriyorlardı. Onları bir daha buralarda göremeyeceğime inandım.
Adafı açık ekmek fırınının iki parsel bitişiğindeki evin kapısı da açıldı. Allahım ne olursun bu Arif abi olmasın! Arif abi iş yerinde nöbetçiymiş. Bayramın birinci günü gece geç vakitte gelmiş olmalıydı. Kapıdan kızıyla birlikte çıktı. Oldukça şirin olan upuzun sarı saçlı kızı beş yaşlarındaydı. Kanımın çekildiğini hissettim. Ömrümde ilk defa soğuk soğuk terliyordum. Avazım çıkıncaya kadar bağırmaya çalıştım. Sesim çıkmıyordu. Öyle olunca ellerimle gözlerimi kapadım. Ömrümün geri kalanında hiç unutamayacağımı sandığım naif bir ses tonundan şu yakıcı feryat çıktı:
Babacım!
5li grubun son üyesi Mustafa abi de işyerinde nöbete kalmış. Bu nedenle ancak bayramın ikinci günü gece evinde olacakmış. Akşamdan hazırlandım. Sabah ezanıyla birlikte dışarı çıktım. Hava 6 dereceydi, soğuktu, üşüyordum. Mustafanın da diğerleri gibi kerpiçten yapılma evlerinin tam karşısında değirmencilerin evinin önünde beklemeye başladım. Konya plakalı Transporter arabaya bakılırsa 5 kişilik ailesi ile birlikte gelmişti. Evin dış kapısı eskiden tahtadan yapılmıştı. Şimdi o kapı demir ve boyasız. Bu evler ve diğer onlarcası ana caddenin sağında ve solunda tek sıra halinde bir kilometre boyunca dizilmiştir. Hepsinin bir dönüm ya da yarım dönüm bahçesi vardı. Bahçelerde her türlü meyve yetişirdi. Ayva, şeftali, kaysı, dut, karadut, kızılcık, armut, elma, erik, nar, üzüm, vişne, kiraz, ceviz bunlardan bazılarıydı. Bu evlerin sahipleri ilk şoklarını, Belediyenin şuurlandırma adı altında yol yapımı için bahçelerinin bir bölümüne el koymasıyla yaşadılar. Sonra tek katlı ve bahçeli evler tek tek site tarzı bina yapımları için yıkılmaya başlayınca ikinci şoku yaşadılar.
Ve demir kapı açıldı. Mustafa abinin Konyalı eşi dışarı çıktı. Şaşırdım. Beklediğim olmamıştı. Soğuktan titreyerek üç saat boyunca nöbet beklememe rağmen bu duruma sevindim. İki dakika sonra Mustafa abi ceketine ikinci kolunu geçirerek dışarı çıktı. Elinde ipe geçirilmiş biberler ve patlıcanlarla bekleyen eşiyle birlikte fırına gideceklerdi. Adafı fırını kendimi bildim bileli bayramın üçüncü günü açık olur. İpe dizili biber ve patlıcanları fırına verip odun ateşinde pişmesini beklediğinizde bu harika bir kahvaltı yapacağınız anlamına gelir şehirde. Bir ayağı aksayan Mustafa abi birkaç adım sonra başını kaldırıp etrafına bakındı. Etrafını ilk defa görüyormuşçasına izliyordu. O da duruşuna göre sağ tarafına baktığında ne gördüyse öylece kaldı. Çok şaşırmış hatta şok olmuş gibiydi. Sağ çaprazında duran ve bakışının takılı kaldığı yöne doğru yürümeye başladı.
Caddenin ortasına ulaştı.
Bağırdım.
Mustafa abi!
Bir kez daha bağırdım. Etrafından tamamen koptuğunu görünce belimden ruhsatlı silahımı çıkardım. Eşi bana bakıyordu. Birazdan cinayete tanık olacak birinin yüzünde nasıl bir ifade olur ilk defa canlı olarak tanık oluyordum. Bunu önemseyecek durumda değildim.
Havaya iki el ateş açtım. Galiba başarmıştım. Mustafa abi bana baktı. Kendine gelmişti. Bir iki saniye sonra damperinde moloz yığını olan bir belediye aracı yokuş aşağı doğru hızla yanından geçti.
Sarı renkli ve koca tekerlekleri olan araçtan fren sesi gelmemişti. Bir insana da çarpmamıştı. Damperin önüme perde olduğu son kare aradan çıktığında Mustafa abi hala bana bakıyordu. Kendisini muhtemel bir ölümden kurtaran birine bakan bir çift göze ilk defa canlı olarak tanık oluyordum.
Bilal! Bu sen misin? Nasılsın kerkenez! dedi.
Ayaklarımın sakatlığını fark etmişti ama bunu dile getirmenin sırası sonraya kalmıştı. Eğilip bana sıkı sıkıya sarıldı.
Ona arkadaşlarıyla ilgili olan biten her şeyi anlattım. Büyük bir heyecanla ve hiç kesmeden dinledi.
Sonra bana; Bilal dedi, bildiğin gibi biz mahallede farklı okullarda okuyan, aynı yaşta olan ve birbirine delice bağlı 5 arkadaşız. Her birimiz neredeyse aynı kaderleri paylaştık. Ama farklı görüşlerimiz oldu ve farklı üniversiteleri kazandık. Sonuçta hepimiz politik hızlı bir hayat yaşadık. Memleketimize bildiğin gibi bu nedenle seyrek periyotlarla geldik. Bazen uzun yıllar gelemedik. Son yıllardaki gelişlerimiz hepimizi aynı şekilde etkiliyordu. Siteleşme şeklinde gelişen çirkin betonlaşma çarşıdan 3 kilometre uzaklıktaki mahallemize doğru halka halka yaklaşıyordu.
Bir kanser hücresini andırdı hep benim için bu durum. Kötü huylu tümör bizim mahalleyi de saracaktı, tüketecekti. Mahallemizin enikonu tanınmayacak kadar zayıflayıp yok olan bir insan gibi olacağını biliyorduk.
Arsız ur, aile ilişkilerini, kültürel mirası, alışkanlıkları parçalıyordu. Komşuluk ilişkilerini yok ediyordu. Evlerin önündeki ve arkasındaki bitki ve meyvelerle dolu bahçeleri bitiriyordu. Bir iki küçükbaş hayvanımızı rahatlıkla otlattığımız, ekin sonu zamanlarda maç yaptığımız tarlalar ve büyük meyve bahçeleri greyderlerin paletlerine yapışıyordu. Mahalle aralarında bahçeleri sulamak için gürül gürül akan inşa dereler beyaz kâğıda kara kalemle çizilen resimlerin silinmesi gibi şehirden siliniyordu. Tek katlı kerpiçten yapılma, ferah ve bol aydınlık evlerin yerini dar, kuzey cepheli, soğuk görünüşlü, karanlık, az ışıklı, fersiz, yüksek merdivenli, insanlık ayıbı asansörlü, çok katlı, alçak tabanlı binalar alıyordu.
Bu yığma binalarda kedi ve köpeklerin rahatça dolaşacakları alanlar yoktu, eyvan denilen evin dışında ama etrafı çevrili üstü açık geniş holler yoktu. Yeşillik sadece bazı evlerin pencerelerine konulan küçük saksılara sığdırılıyordu. Bebekler pencerelerin iç tarafındaki pervazlara sığmıyordu. Eski dönem bebekleri gibi cam önünde saatlerce oynayamıyorlardı. Hiç birinin kümesi yoktu. Hiçbirinin önceleri küçükbaş birkaç hayvanın barındığı sonra kömürlük ve depo olarak kullanılan ahırları yoktu. Soba bacaları yoktu. Ağaçtan kadronların sağlamlaştırdığı tahta tavanları yoktu. Kiremitlerin örttüğü çatıda öteberinin, kışlık yiyeceklerin saklandığı insan boyu yüksekliğinde geniş alanlar yoktu. Ancak bayramlarda ve özel günlerde kapısı açılan ayva kokulu misafir odaları yoktu.
Hepimiz bu virüsün içinde yeni bir yaşam formatına alışmaya çalıyoruz. Ta ki bu sabaha kadar her şeye dayandık. Gündüz olup dışarı çıktığımda mahallemizin biraz daha değişmiş olacağını bekliyordum. Senin de izlediğin gibi sağ tarafıma doğru döndüm. Gördüğüm Cami bizim mahallenin Abdulgaffar Mahallesi Camisiydi evet. 30 yıl önceki gibi duvarları yine yeşil boyalıydı. Ama Camii adeta yerinden sökülerek bizim tarafa doğru yaklaştırılmış gibiydi. Gözlerime inanmadım. Tekrar tekrar baktım. Bizim Camimiz nasıl bu kadar yakın görünüyordu. Birkaç adım ötede adeta. Camiyi nasıl blok olarak yerinden söküp buraya taşımışlardı acaba? Geçmişte Bayram ve Cuma namazlarını kıldığımız, açılan Kuran kurslarına gittiğimiz Cami çok olmasa da evimizden uzaktı. Hepimize bir diğer mahalle gibi uzak gelirdi. Camiye gitmek için önce evden çıkardık. Sonra değirmencilerin tarlasını geçer ardından iki katlı evini geçerdik. Değirmencinin evinin altındaki değirmenin yük indirme ve yükleme alanını geride bırakır aşağı bahçeliklere giden Ceget diye adlandırılan ara sokağa ulaşırdık. Mazı dayıların bahçesi bizi karşılar, sınırı çalılıklarla örülü bahçesine teğet geçerek evlerinin önündeki çok yüksek boylu iki cevizin önünden ulu çınarların altından geçer gibi heyecanlanırdık. Bitişik sıradaki at arabacıların bahçesi bizi karşılar bu Camiye yaklaştığımızı haber veren son mesafe olurdu. At arabacının bahçesinin çalılıklarını geride bırakınca Caminin yeşil duvarından on beş adım sonra Cami kapısından içeri girer ibadetimizi neredeyse yorulmuş olarak ifa ederdik.
Şimdi bakınca o zamanlar Cami ile aramızdaki bu mesafelerin hiçbiri yok. Bahçeler, kocaman iki ceviz ağacı, Ceget sokağı, değirmen vs. hiçbiri yok. Yıkıntılar ve inşaat alanları arasında Cami tam anlamıyla bir adım ötede elimizi uzatınca değecek gibi duruyor. Bu bende sarsıcı bir etki yaptı. Eminim aynı şekilde can kardeşlerimi de sarstı.
Şehre lanet ettim. Anılara daldım. Anılar beni andan kopardı. Birdenbire geçmiş oldum. İçim geçti. Anakronikleştim.
O zamanlar bu caddede arabalar neredeyse saatte bir seyrettiği, çok dikkatli ve yavaş sürdükleri için herkes caddeye rahatlıkla ve kokusuzca çıkardı. Fahri dayıyı hatırlarsın. Eskipüskü minibüsüyle 15 dakikalık çarşı yolunu uzun metraj bir film seyretme süresinde, tam bir saatte tamamlardı. Yine hatırlar mısın, o zaman çok küçük olduğun için sana bizi izlemek düşüyordu, araba Plakası Tutma oyunu oynardık. Birimiz XX AK plakasını tutardı ki bu her zaman ben olurdum. Diğerimiz XX AL plakasını tutardı, başkası XX AR plakasını tutardı. XX AS, XX AZ ve XX AU plakasını tutanlar el kaldırınca oyun başlardı. Öğleden sonra oturur akşama kadar saatlerce önümüzden geçen arabaların plakalarını takip ederdik. Uzak köşede bir araba çıkıverince çığlıklar içinde sadece plakasına odaklanırdık. Karanlık olunca oyunu birincilikle bitirenin toplam araba sayısı en fazla dört olurdu. Son yıllarımız da daima AU plakasını tutan arkadaşın galip geldiğini hatırlıyorum.
Caminin durumu bütün bunları bir şerit gibi gözümün önünden geçirince izlediğin gibi caddeye çıkıp sorun alanına, Camiye doğru yürüyüşe geçtim. Dokunarak gerçekliğini test etmek istiyordum. Bu süre içinde kendimi araba çarpmış gibi hissettim.
İnanıyorum ki kardeşlerimde benimle aynı duygu yoğunluğu içindeydi. Şehirleşmenin, aymaz yapılaşmanın kanser virüsü acımasızlığı, empatisizliği, terminatörlüğü karşısında öfke ile dolmuşlardı.
Saray gibi evler, her biri mahallenin incisi bahçelikler, meyve ağaçları, tarlalar ve bin bir çeşit bitkiler, menekşeler, üzerlerine konan ateş böcekleri hiçbiri artık yoktu. TOKİ, profesyonel müteahhit gözü dönmüşlüğü, kendi binasını yapmaya çalışan amatör taahhütçüler aynı kör modernlik ideolojisinin esiri olarak elbirlik süratle mahalleleri çirkin biçimsellikler, düşüncesiz ve gayri insani yöntemlerle yok ediyorlardı.
Yapılaşma çılgınlığı şaşkınlıkla fark ettim ki önce mesafe duygusunu ve algısını yok ediyordu. Mesafede meğer ne menem bir paradoks varmış! Mesafe güzellikti. Farklılıktı, çeşitlilikti, çeşniydi, cümbüştü, diyalogdu, komşuluktu, akrabalıktı, misafirliğe gitmekti, huzurdu. Sitecilik tek düzelik, tek tipleşmek, yığılmak, istiflenmek, kararmak, yabancılaşmak, bireyselleşmek, içe çekilmek, gelecek kaygısı taşımak, daralmak, daraltmak, bencillik, yozlaşmak ve bedbinlikti.
Yapılaşma, son kalelerin dibine kepçe vurarak bizi anılarımızdan, geçmişimizden, ailemizden, komşularımızdan, dostlarımızdan ve hatta inançlarımızdan koparıyor. Köküne makas atılan bir bitki gibi ölüyoruz, bu gerçekle yüzleştiğimiz anlarda ise kamyon çarpmış gibi oluyoruz. İnanıyorum ki Enver, Hüseyin, Yılmaz ve Arif’te aynı ruh haline girdiler.
Mustafa abi içini çekti, birkaç saniye bekledi, ani bir hareketle belimdeki silahı kaptı namluyu başının üzerine doğru yaklaştırdı.
Tetiğe basılırken ortaya çıkan mekanik ses üç kez kulağıma ilişti. Hava boşluğuna üç el ateş açmıştı.
Kardeşlerimin olmadığı yerde ben de olamam. Bu şehir bizi her şeyimizden kopardı. Mahalle yoksa kişide yok. Mahalle yoksa aile de yok. Bize bu düştü. Yeni süreçte bu değerlerin yerini başka değerler alacak. Bizi geçiş süreci kurbanları olarak gör. Ruhumuza Fatiha oku. Sen de yeni döneme adapte ol. İmrendiğin ağabeylerine benzeme(!). Bir daha bu şehre geleceğimizi sanmıyorum. Memleketimden ben de kopuyorum sonsuza kadar. Hepimizin anne babaları da birer birer ölünce bizi buralara bağlayan hiçbir şey kalmadı. Bizi unut Bilal bizi unut! Unut ki Beelzebul sermaye bir kez daha kahkaha atsın!
Bu onun bana söylediği son söz oldu.
omeraltass@gmail.com
twitter.com/altasyalvac