Son 10 yılda, toplum ve devlet olarak yapmak istediğimiz aslında son derece basitti.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, 100 yıl önce, bize dair bir projeydi. Kuruluşundan bir asır sonra baktık ki, bu proje, küresel, konjonktürel ve milli ihtiyaçları karşılamakta yetersiz kaldı.
Bu nedenle, hep birlikte, devlet sistemini baştan aşağı -anayasası da dâhil- değiştirme kararı aldık.
Türkler, Muhafazakârlar, Aleviler, Ermeniler, Kürtler, Laikler, Liberaller, Solcularhepimiz aynı kanaatteydik; Türkiye toplumu büyüyor, dünya değişiyor, Kemalizm gömleği bu ülkeye dar geliyor.
Ama nedense Batı, Türkiye’de, başlangıçta şehvetle onayladığı bu dönüşümü bir noktadan sonra istemedi.
Böyle olunca ülkenin; gayet normal, sıradan ve insani bu arzusu; olay oldu.
Konu, basitçe, kendi eski düzenimizin değişmesi gereğiydi.
Oligarşik çete hariç kimse için iyi olmayan totaliter rejimden, askeri vesayetten herkes için iyi olan demokratik çözüme geçilecek, herkes işine bakacaktı.
Olanları gördükten sonra acaba demez mi olsaydık diyoruz.
Değişim arzusunu izhar etmeseydik daha mı iyi olurdu? Zira başımıza gelmeyen kalmadı.
Türkiye’nin bu makas değişikliği isteğinden sonra; toplumsal dokunun ve devlet geleneğinin saklı ya da görünür bütün tabii çelişkileri, tek tek açığa çıkarılarak çatışma aracı yapıldı. Türkiye savaş alanına döndü.
Türk’le Kürt, Alevi ile Sünni, gayr-i Müslimlerle Müslümanlar, laikler ile muhafazakârlar, AB’cilerle Avrasyacılar, Caferilerle Hanefiler, Ülkücülerle Milli Görüşçüler, Solcularla Solcu olmayanlar, Pir-i Mugan Şem-i Tabancılarla Risale-i Nurlar, aydınlarla çobanlar, kıyı şeridi ile taşra bölgeleri düşmana söylenmeyecek sözlerle birbirine girdi.
Bu süreçte ortaya çıkan bütün çelişkiler bir realiteydi. Ama istisnasız bütün çatışmalar yapaydı.
Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti kendi içinde, zorunlu olan restorasyonu yapamıyordu.
Dikkat çekici bir şekilde, Türkiye için iyi ve normal olan şeyler, Batı için kötü ve anormal olarak karşılandı.
Batının bu karşı tutumu, düşünce aşamasında kalmadı. Meşum düşünce eyleme dönüştürülerek demokratik gelişmeler engellenmeye çalışıldı.
Onlar bütün güçleriyle, devlete ve topluma, demokratik açılımların aslında tu kaka olduğunu göstermeye çalıştılar.
Kendilerine tüm sınıflardan destekçi buldular.
Türkler, Kürtler, Aleviler, Müslümanlar, Laikler, Muhafazakârlar, Ülkücüler, Solcular, Liberaller her sınıftan bir grup Türkiyeli onlara inandı.
Şimdi yanlış bir algıyı düzeltme zamanı.
Türkiye’de çatışma Müslüman olanlarla Müslüman olmayanlar arasında değil.
İyi bakılsın, Türkiye’de çatışma muhafazakârlar ile Laikler arasında değil.
Türkiye’de çatışma AK Parti ile geri kalan partiler arasında da değil.
Türkiye’deki çatışma; düzenin değişimini isteyenlerle eski düzenin değişmesini istemeyenler arasında.
Türkiye’deki çatışma Türkiye ile Oryantalizm arasında.
Türkiye’deki çatışma Türkiye ile Batı’nın Truva atı olan yerli Oryantalizm arasında.
İzlendiğinde Türkiye’de yaşadığımız amansız çatışmanın iki tarafının da homojen olmadığı görülür.
Cephelerde savaşanlar, aynı sınıfların farklı düşünen gruplarının koalisyonundan ibaret.
Solcular, hem demokratik dönüşümü gerçekleştirenler arasında var; hem karşı çıkanlar arasında var.
Muhafazakârlar, hem sivil iradenin hâkimiyeti için çalışanlar arasında var, hem bu iradeyi bitirmeye çalışanlar arasında var.
Kürtler, çözüm sürecine aktif katılanlar ve kendi sürecinin bile aleyhine çalışanlar olarak ikiye ayrılıyor.
Ülkücüler de bütün değiller, Türkiye’nin büyümesine omuz verenler var ve her zamankinden çok karşı çıkanlar var.
Ancak Batı hegemonyası öyle güçlü ki Türkiye tam ortadan ikiye ayrılmış gibi bir algı oluşturabiliyor.
Ortaya çıkan ne olursa olsun kimse, toplum içinde çatışmanın çok sert geçmesinin ve safların keskinleşmesinin kalıcı olduğunu düşünmemeli.
Kimse, yeni devleti sadece muhafazakârların ve Müslüman kimliğinin inşa ettiği şeklinde bir fetret dönemi travmasına teslim olmamalı.
Aleviler, Nusayriler, Ermeniler, Rumlar, Yezidiler, diğer gayri Müslimler, Araplar, Solcular, Türkler, Kürtler, Müslümanlar hepsi birlikte yeni devletin inşasında yer alacaklar.
Beri taraftan yeni devletin kurucu kadrosu, şartların getirip dayattığı suni çelişki biçimlerinin kalıcı olduğu zehabına kapılmamalı.
Yeni devlet, kendine ve topluma dayatılan İslam-anti İslam çelişkisi üzerinde tek başına inşa edilmemeli.
Bu coğrafyada var olan her toplumsal renk, yeni düzenin inşa sürecinin parçasıdır.
Yeni devlet adil ve erdemli olmalıdır.
Her toplum unsuruna eşit davranmalı ve siyasal katılımının önünü, sonuna kadar açmalıdır.
Batı’nın Truva atı yerli oryantalizme karşı, savaşın kesin olarak kazanıldığı alanlarda normalleşme başlatılmadır.
Hain olanlar ve savaşa devam edenler hariç, toplumun bütün renkleri; mücadelenin kazanılmış olduğu bu alanlarda sistemin içine çekilmelidir.
Bu coğrafyada öteden beri birlikte yaşadığımız herkes, bu vatanın asli unsurudur.
Müslüman kimliğin öncülük ettiği sessiz devrimde Aleviler, Ermeniler, Yezidiler, Kürtler, Ülkücüler, Laikler, Solcular, Caferiler Müslümanlar gibi güvenlik tesis edildikten sonra zaman içinde devletin her tarafında görünür olabilmelidirler.
Müslüman kimlik, milli ve bölgesel reel bir güç inşa edebilmek ve jeopolitik perspektifte gelecek 1000 yılın kurucu aktörü olarak rol almak için eline geçirdiği bu muhteşem fırsatı en iyi şekilde değerlendirecek entelektüel bilince ulaşabilmelidir.
Olanı değil, olması gerekeni aramalıdır.
Müslüman kimliğin inşa edeceği yeni bir demokratik nizam felsefesinin Ortadoğu’nun kaderini değiştireceği bilinmelidir.
Her hangi bir yere yazıp çizmeden, dile getirilmeden, kendi içinde samimiyetle ve sessizce inşa edilecek Müslüman demokrasi tasavvuru, Türkiye jeopolitiğinin demirleyeceği liman olarak kendini gösteriyor.