İslam Devleti ve Laiklik

Kuran ayetlerinin hayata fiilen müdahil oluşunun üzerinden çok geçmemişti.

Asrısaadet ve Hz. Ömer dönemini kapsayan ilk evrede, Müslümanların, hayat karşısında pozisyon üstünlükleri vardı.

Kısa sürede İslam, fetihlerle birden bire büyümeye başladı.

Bu ikinci evrede, “taze” Müslümanlar hayata hazırlıksız yakalandılar.

Can yakan soruların ve netameli problemlerin içinden çıkamayan İslam dünyası, kendini bıraktı.

Hz. Osman’la pozisyon üstünlüğü zayıfladı.

Hz. Ali döneminde Müslümanlığın gardı düştü.

Hayat, vahşi bir at gibi dizginlerinden kurtuldu. İslam’ın siyasetçileri o zamandan bu zamana o vahşi atın peşinden koşup durmaktalar.

Müslümanlar önce devlet yönetiminde akışa ve geleneğe teslim oldular.

Ama öyle değilmiş gibi yaptılar!

Bugün bile bıraksan 1000 yıl önceki mezheplerle 1000 yıl daha yol alacaklar.

Olaylar karşısında, sürekli, arkaya dönüp bakarak rahatlama ve Asrısaadet’i fetişleştirme konforunu destekleyen bir durum bu.

Dinden siyasal kopuş ve duygusal çöküntü; Sahabelerin Cemel Vakası ve Sıffin’de birbirlerini öldürdüğü savaşların arifesinde başladı.

Siyasetin kirliliği ve fitne olgusu bir tür muhayyile içi “laiklik” üretti.

İslami iddialardaki bu kırılma milliyetçi Emevi devletine yol verdi, onu kabul edilebilir kıldı.

İç savaş öyle büyük bir travmaydı ki hiçbir Müslüman tabiatı bir daha hayata karşı cesur olamadı.

Bu fıtrat, tüm zamanların inhitatını besleyen gizli psikolojiydi.

Müslümanlık içe kapandı.

Felsefi olarak dış dünya karşısında pısmış bir ümmet vardı artık.

Ama öyle değilmiş gibi yaptılar.

Bu nedenle Müslümanlar daima “içi” tanımladılar “dışı” kendi haline bıraktılar. Yahudilik tipi bir seçilmişlik duygusu böyle kök saldı.

Öyle bir dalga oluştu ki, erken dönem ve sonraki dönem İbn-i Haldun gibi din-dünya dengesini rasyonel dinamikler üzerinde yeniden tanımlayan az sayıdaki Ulema etkili olmadı.

İkinci evrede; dinden çok dincilik furyası vardı.

İşte bu dincilik; alternatif bir tarikat dünyası var etti.

Böylece siyasette dincilik, sosyal hayatta tasavvuf kurumsallaştı.

Hz. Peygamberin (AS) doğumundan Dört Halife dönemine kadar olan tarih kesilip alındı. Kuru ve mekanik bir şablondu artık o. Bağlamından ve tarihselliğinden koparılıp alınan bu şablon, söz konusu olan her ne ise bir külçe halinde üzerine bırakıldı.

Dolayısıyla kimse de bu tip İslamcılığa karşı bir itiraz yükseltemedi.

Yeni bir şey söylemeye çalışanlar; Selefizm ile hizaya getirildi.

Bu evre ilk krizini felsefe ile tanışınca yaşadı.

Dinin felsefeye cevabı “felsefeyle” olmadı.

Dinin akla cevabı din oldu.

“Dinde her şeyin cevabı var” ezberi Allah’ı hoşnut etmek amacıyla söylenen bir dalkavukluktu. Oysa Allah’ın buna ihtiyacı yoktu. Dini çağın rengi yapmak, İslam’ı zamana müdrik kılmak, bunun için çaba sarf edip ezberi bırakmak “rızaya” daha uygun düşerdi.

İmam Gazali’den Said Nursi’ye bir dizi çığır açan âlim; İslam milletinin imanını kurtarmak amacıyla yazdılar. Sadece müminleri coşturdular. Müslümana Müslümanlık öğretmek bir gelenek oldu! Kısır döngü büyük referanslar eliyle geleceğe taşınıp durdu.

Felsefe yendi.

Ama Müslüman bilinç yenilmemiş gibi yaptı.

Kahir ekseriya Ulema, nassları ya genelledi ya indirgedi ya da köpürttü.

Tecdid sınırlı kaldı, statüko çoğaldı.

İnkişaf olmadı, içtihat bitti.

Müslümanlar; Emeviler, Abbasîler, Büveyhiler, Selçuklular, Osmanlılar gibi seri devletler kurdular ama hiçbirinin adına “İslam devleti” demediler. Aslında bu söz konusu kadim korku güdüsüyle yapıldı.

Böylece “din devleti” olgusunun maslahata dar geldiğini de tecrübe ettiler.

İyi ki böyle yapmadılar.

Ne zaman ki Müslüman topluluklar I. Dünya Savaşında son devletlerini fiilen kaybettiler derin bir şok daha yaşadılar.

Kaybettiği devleti arama refleksi, “İslam Devleti” fikrini icat etti. Üçüncü evre başladı.

Müslüman coğrafya; ihtilallerle ayaklandırılarak âlemşümul bir İslam nizamı kurulacak ve yeniden batı karşısına dikilecekti.

Bu ülkü, İslami hareketlere yadigar kaldı.

İslamcılık, her yerde kendini “İslam devleti” ideası ile özdeşleştirdi.

Bu fikir, soğuk savaş dönemi İslami hareketlerinde “imanın şartı” oldu.

İslam coğrafyasında, devlete giden yolda İslamcılar gördükleri her şeyin başına İslam terimini eklediler.

İslam partisi, İslam ekonomisi, İslam nizamı, İslam bankası, İslam üniversitesi, İslam sanatı, İslam edebiyatı vb.

Parçalar birleşip hayal edilen İslam devleti kurulacaktı!

İfrat çoğaldı, bazıları indîliklerine Allah’ı kattılar, kendi örgütlerine Hizbullah, sadece kendi taşra örgütlerine İslami Hareket dediler. Cihat kasap, İslam giyim, Tevhit kitabevi gibi ucubelikler yaşandı.

Seyyid Kutup ve Mevdudi geleneğindeki İslami hareketler; Müslüman toplumlara karşı “kendileri” ve “diğer cahili unsurlar” şeklinde ayrım yaparak gayrı tabii bir yönelimin içine de girdiler.

Tağuti rejim ve “İslam devleti” makası önüne gelen her şeyi kesti.

Rasyonel dinamiklerle hareket ederek Abdulhamid Han ve Enver Paşa şahsında Batı karşıtı, global, derin bir Osmanlı projesi olan “İslam devleti” vurgusu, sonraki dönemlerde bölgesel İslamcılık akımları üzerinden iyi niyetli ama bu kez irrasyonal yorumlarla ümmet içi mirasyedi, sekter, politik, parça projelere dönüştü.

Bir süredir Müslümanlık Türkiye ile birlikte dördüncü evresine girdi.

Bugün sivil, demokratik bir dönüşüm, gücünü İslami dinamiklerden devşiriyor.

İslamcılık bu evreye de hazırlıksız ve birikimsiz yakalandı.

İzledik ki, İslami hareketler, ülkedeki yapısal siyasal değişim ve toplumsal dönüşüm sürecinin gerisinde kaldılar.

Ne 28 Şubat fetretinden ve şokundan çıkabiliyor, ne de bir şeyden geri kalıyorlar.

İtiraz eden de etmeyen de kendini akışa teslim etmiş durumda.

Olan oluyor. Ama onlar kuramsal buhran ve düşünsel inkişaf yaşamadan konforlu bir ortamda İslamcılığa devam ediyorlar.

Ama her şeye hakimmiş gibi bir görüntü veriyorlar.

Tarihimizin içini boşaltan “miş” gibi yapma hali, istikbalin de içini boşaltıyor.

Ortada İslami entelijansiyanın, kapsamlı dini ve felsefi, teorik ve kuramsal tartışmaya başlamaya mecalinin olmadığı ve istidadının yetmeyeceği gerçeği var.

İhtiyaç olan ta kökünden bir eleştiri, bir ele alış.

Din nedir? İslam devleti nedir? Şeriat nedir? Ahlak, erdem, hürriyet, yaşam hakkı nedir? Devlet, Millet, Toplum, Ümmet nedir? Laiklik nedir? Küreselleşme nedir? Anayasa nedir? Yeni Türkiye nasıl olmalıdır? Yeni Türkiye’nin İslam’la ilişkisi nedir?

Hep bir bahaneye sığınan İslamcılık, olanı ve olması gerekeni tanımlayan teorik tartışmaların yine uzağında kalıyor.

Üç aylık teorik bir dergi bile yok.

Dokunmayalım kimseye, yeni düzende imtiyazın tadını çıkarsınlar!

İslamcılığın bu ontolojisi, aslında bu doğal akışın bile önünü bizzat kendilerinin tıkayacağına dair nice işaretler veriyor.

Bu durum bize Soğuk Savaş dönemi İslamcılığının tümden tasfiye olması gerektiğini gösteriyor.

Yeni nesil İslamcılık eskilerin dönüşmesini bekleyerek zaman kaybetmemeli.

Yeni dönemin, yepyeni bir ıstılah dünyası var ettiğini bilmeli.

Neleri aştığımızın bilincinde olmalı.

Anayasada laiklik olmalı ya da olmamalı” gibi güncel, taktiksel politik tartışmalardan uzak kalarak, olayların özüne, hikmetine ve hakikatine, adalet ve erdem çerçevesinde, toplumun tüm unsurlarını ve renklerini kapsayan, istisnasız her bir ferdin vatandaşlık duygusunu pekiştirip aidiyetini kemale erdirecek bir Anayasanın inşası için çaba sarf etmeli.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s