DÜNYA AYNI DÜNYA
BU KÜRE KİMİN KÜRESİ?
İçimdeki karşı konulmaz sese kulak verdim. Bir ülke arıyorum. Belki başka coğrafyalarda onu bulma şansım olabilir. Bu nedenle önce Lübnan’a sonra sırasıyla Arnavutluk, Makedonya ve Kosova’ya gittim.
Şimdi Arnavutluk’un başkenti Tiran’dayım. Tiran’ın iki yıldan beri şantiye olmaktan kurtulmayan ve halkına eziyet etmeye devam eden şehrin ortasındaki geniş meydanının yanı başında bulunan İnternational Tirane isimli Hotel’de kalıyorum. Önünde kiraladığımız taksiyi beklediğimiz otelin büyük giriş kapısına doğru yaşlı bir kadın ilerledi. Bu kadın gördüğüm yerel kıyafetli tek kişiydi. Otelin önünde bekleşen varlıklı insanlar dikkatini çekmiş olmalıydı. Yorgundu. Yürümeye devam etti. Hiç bir yere bakmadan Volga Blue granitten yapılmış merdivenden bir kaç basamak çıktıktan sonra bulunduğu yere oturdu. Bitkin görünüyordu. İçinde bir şey olmadığı belli olan plastik torbasını soluna bıraktı. Plastik torba önce ortasından yana katlanır gibi oldu sonra olduğu yere yığıldı, boştu. Giren çıkan elitlerden ona bir bakış atmayı ihmal eden hiç olmadı.
Aniden iki siyah takım elbiseli adam belirdi. Otel görevlisi oldukları üniformalarından belliydi. Öncesine kadar kendini saklayabilen görevlilerden genç ama başı tepesinden alnına kadar saçsız olanı biraz sertti. Yanı başında benim gibi sivri yüzlü olan Arnavut daha kibar olmaya karar verdi. Dış bakışlara çirkin görünme ihtimalini gidermek için sert olan arkadaşını şık bir vücut hareketiyle engelledi. İşi devraldı. Yaşlı ve donuk yüzlü kadına Arnavutça bir şeyler söyledi, gülümsüyordu. Gürültü sesinin kulaklarımıza ulaşmasına engel oluyordu. Tatlı bir direnme içinde olan yaşlı kadın ısrarla yavaş hareket ediyordu. Kibar olduğu izlenimi vermeyi başaran görevli hala iknaya dayalı tutum içinde olduğunu gösteren bir beden dili ile hareket ediyordu. Aslında sadece yaşlı kadının duyduğu o sözlerin bayağı sert olduğu dikkatli izleyicilerin gözünden kaçmayacak kadar açıktı.
Sonunda hızla tamamlanması gereken görev başarıyla sonuçlandı. Yaşlı kadın lüks mekanı son bir donuk bakıştan sonra sahiplerine bıraktı. Yerinin sokaklar olduğunu bir kez daha tecrübe etmişti. Geriye dönen iki görevli de mutluydular. Gözleri ışıldıyordu. Zenginleri rahatsız olacakları bir asalaktan kurtarmışlardı. Göz göze geldikleri bir müşteriye Türkiye’de n’aparsın işte anlamına gelen mimik hareketlerinde bulundular.
Gözlerimin içine bakan Arnavut ve Bektaşi kameramanımız Valter az önce dalmıştı. Olayı ideolojik bir bakış açısının tam ortasına oturtmuştu belli. Dünyanın her yerindeki bu sefil yapıyı lanetledi. Gözlerimle kendini onayladığımı anlayınca o ana kadar bana mesafeli duran Valter benimle sıkı bir dost oldu.
Garip olan şu, dakikalar sonra biz de ‘hadi gidiyoruz’ diyerek kendimizi lanetlediğimiz o sistemin içine bıraktık. Ah benim her zaman makul bir mazerete kurban giden devrimci duygularım!
Aradığım ülkeyi buralarda bulma ümidim de bitmişti. İnsanlar her yerdeki insanlarla aynıydı. Dünya bir yola girmişti. Kimse ama hiç kimse bu yola itiraz edip başka bir yol tutamıyordu. Ayrıca inanıyorlardı, bu yol insanlığın getirip son noktayı koyduğu bir yoldu. Tarihin sonu gelmişti. Doktrinini de yazdılar. İnsanlar mümkün olan en ideal sistemi bulmuştu.
Bakar mısın her yerde iştahla sürdürülen aynı yaşam tarzları yürürlükte. Kızları aynı; düşük belli, streç modelli, boncuklu ve pahalı kotlar bellerini sarıp ayak aşıklarına dökülmüş. Markalı, ha illaki seksi bodylerinin kot pantolon ile arası dört beş parmak açık. Üzerlerine giydikleri trençkot ve diğer ceket modelleri demode olalı çok oldu. Bu nedenle göğüs ve sırtları dekolte. Saçlar yapılı ve genellikle sarı boyalı. Burun ya da dudakları hızmalı. Kabul ediyoruz ki rujlarında en fazla ya Avon ya da Leydi Gaga rujları kadar fark var. Ayakkabılar zaten her daim Grand Prix yarış pisti üzerinde ve asfaltla adeta temas etmemekte. Ayna karşısında geçirdikleri dakika sayısı aynı. Yürüyüşlerindeki edayı ve kendilerine yükledikleri anlamı kelimelerle açıklamak mümkün görünmüyor.
Erkekleri de aynı. Top Chanel, TVSH, RTK ve K21’leriyle televizyonları aynı. Koha Ditare, Kosova Sot, Shekulli, Ponorama ve Shqip’leriyle gazeteleri aynı. Yüksek ve camdan binalar aynı. Asansörleri aynı. Leyali, Rula Said, Dragan Morikoviç ve elim bir trafik kazasında hayatını kaybederek özellikle genç Makedonları yasa boğan Tose Proeski’ leriyle müzisyenleri ; söz,beste ve senaryolarıyla müzik klipleri aynı. Sadece adı Serdar Ortaç değil dilleri de Türkçe. Ramstore Vardar, City Parklarıyla alışveriş merkezleri aynı. Vitrinlerin süsleri aynı. Çıkar temelli politikaları; satılmış ya da teslim alınmış politikacıları aynı. İktidar sadece haramzade zenginleşme aracı. Sırplarla savaşan ve iktidara gelen UÇK savaşçıları da aynı. Yemek menusü aynı. Reyonda dizili içeceklerin rengi, tadı ve markası aynı. Arzulanan hayat aynı. Hayalleri süsleyen ufuklar aynı. İdoller aynı.
Lübnan, Türkiye, Makedonya, Kosova ve Arnavutluk fark etmiyor. Her türlü kültürel, sosyal ve ideolojik farklılık ve zenginlik sıfırlanmış ve ibretlik bir şaşırtıcılıkla aynı biçimde dümdüz olmuş durumda.
Garip olan şu, insanlar bunun altın tepside gelen sahipli bir sunum olduğunu düşünmüyorlar. Hadi diyelim söz konusu dünyanın yaratılmasında emeği geçen ideologlar, aktivistler ve bu altyapının taşıyıcısı topluluklar durumun ideal form olduğunu kabul ettiler. Bu anlaşılabilir. Peki ya dışarıda kalan topluluklar nasıl oldu da böyle kayıtsız şartsız teslim oldular. Ya İslam dünyasına ne demeli ? Bunun da ötesine gidecek olursak şu üzücü, bir zamanlar doktirinel bir disiplinden geçmiş devrimci bir perspektifin taşıyıcıları olmuş İslamcı ve Solcu elitler nasıl oluyor da bunun ideolojik bir manipülasyonolduğunu görmez, içten içe yenilgilerini kabullenirler.
Ortada tüm formları içine alabilme yeteneği geliştirmiş ve öz yapısını hiç bir süreç ve zamanda sarsmayan doktrinel Protestan Hıristiyan kültürün her şeyine rengini verdiği liberal, kapitalist hatta demokratik, modernlik, çağdaşlık ve medeniyet maskeli büyük şeytani ( insan düşmanı) bir dava ( sistem) var. Bu sistem üretilmiş ve tüm hakları saklı bir Made In’dir. Bu sistemin marketingi kendinden büyüktür. Bu sistem kendi dışındaki her inanışa ve insani forma düşmandır. Bu sistem, insanlara, fıtratının en büyük zaafları listesi üzerinden dayatılmaktadır.
Birileri bu İslam’ı, Sosyalizmi ve diğer ahlaki öğretileri yenmiş Yeni Dünya sistemini tabii yön ve insanlığın birikimi olarak okuyabilir. Ama biz bunun öyle olmadığının farkındayız. Görüyoruz bir savaş var. Biz ( Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler solcular, anarşistler ve diğer bozulmamış fıtrat ve vicdan sahibi duyarlı dava inanıcıları ) şeytanların iktidarlarda olduğu bir dünyada insanlığın yanında safımızı almış durumdayız. Gelecekte bu birikimleri de içselleştirerek diğer varlıkların uyumu gibi tabiata uyarak, insanın insana kulluk etmediği, fitne, fesat ve bağyin olmadığı, sadece haklar ve adaletin biçim verdiği bir dünyanın var olabileceğine olan inancımızı koruyoruz. O ülkeyi aramak bile bu hedeflere daha fazla yaklaşmak anlamına gelecektir.
HER BİRİ KAÇ İNSAN BUNLARIN?
Priştina’dayım bu kez. Priştina Grand Hotel, Kominizm döneminde yapılmış ama hantal ve soğuk büyük bir hotel. Bitmeyecek gibi bir tadilat var. Siz gittiğinizde hatırım olsun önden yer ayırtmayın, bir kontrol edin yıldızlı Hotel’in resepsiyonu çiş kokmuyorsa ve odalarının pencereleri bozuk değilse, havluları yerli yerindeyse ve o parayı vermek sizi üzmeyecekse kalın.
Lobide uçuş saatimin yaklaşmasını bekliyorum. Buralarda (Lübnan, Makedonya, Arnavutluk ve Kosova) ancak Türkiye’de sallama çay diye tabir edilen çaydan içebildiğimiz için ‘Black tea please!’ diyerek siparişimi verdim. Ben çaysız yapamam diyen semaver ve müştemilatını bavuluna koysun.
Az ötedeki yuvarlak masada oturan sarı saçlı ve orta yaşlı birinin yanına oturdum. Kosovalı Arnavut olduğunu ve Priştina’ya yakın bir belde de oturduğunu söyledi. Ne o benim konuştuğum dilleri biliyor ne de ben onun konuştuğu dilleri biliyordum. Bu ödüllü boksör Fatmir Makolli beş dil biliyordu; Makedonca, Arnavutça, Sırpça, Almanca ve İtalyanca. Garipti çocukları da bu dilleri biliyormuş. Onlar Almanca yerine Türkçe biliyorlarmış. Merak etiğim ve sizin merak ettiğiniz durumu anlaşma dilimiz olan Tarzanca şöyle izah etti. Biz bu dilleri konuşan insanlarla iç içe yaşıyoruz. Mahallede top oynayan çocuklar birbirlerine farklı dillerden sesleniyorlar. Bu birlikte yaşam, çocuklara dilleri kendiliğinden öğretiyor.
Örneğin Makedonya’nın Radoviç ilindeki Nuri, yüzyıllardır tepedeki köyde oturan ve Türkiye’yi hiç görmemiş ve Türkçe konuşan bir Türk. Elde var bir. Aynı köyde Ortadoks Sırplar yaşıyor. Böylelikle Sırpçayı da öğreniyorlar. Makedonca ise resmi dil, tabi zorunlu. Buralarda Arnavutçayı bilmeyeni zaten dövüyorlar. Filmlerin altyazılı verilmesinden dolayı çoğu insan gibi İtalyancayı da öğrenmiş.
Bunları görünce önce bir kal geliyor insana sonra yavaş yavaş üzerindeki kompleksi atıp normalleşmeye başlıyorsun. Sanıyorum geldiğinizde siz de bu yoldan geçeceksiniz. Hatta bu yazıyı okumanıza rağmen. Lübnan’da öyle; Arapça, Fransızca ve İngilizce sosyal şartlar nedeniyle rahatlıkla Lübnanlıların dimağına yerleşiyor.
Türkiye’de biz, Türkçeyi garip sesler çıkarıp kelime ve cümleleri kısaltarak zorla konuşuyoruz. Zaten bilinen Osmanlıcaya yokmuş muamelesi yapıyoruz. Kürtçe siyasete kurban gidiyor. Zazaca Kürtçenin yanında yanıyor. Rumca imha edilmiş. Lazca ve Çerkezceden bahsetmek veba ile eş. Adını saymadığım kaç dilin doğal öğrenme zeminini hep birlikte kaybettik. Böylece dil yeteneği kazanacaktı beynimiz. İngilizce ve hatta zor dillerden Çince, Arapça ve Rusçayı dahi kolaylıkla öğrenilebilirdik. Neyse biz her zaman ki gibi elin oğluna gıpta edip duralım.
MAKEDONYA DEYİNCE AKLINIZA NE GELİYOR?
Ya Arnavutluk ve Kosova diyince aklınıza ne geliyor? Onlar tarihte önemli milletler. Egzotik olsa gerek. Çok yeşilmiş diyorlar. Osmanlı bir ara oraya kadar gitmiş! Çok karışık ve yabancı yerler. Bunlar zihinlerinizde geçen genellemeler. Balkanlarda bulunan bu ülkelere gökten düştüğünüzde yabancı ve garip bir şekilde ortada kalacağınızı düşünebilirsiniz. Hakkınız ama yanılırsınız. Bir kişi bu ülkelere gidip sonra Türkiye ye döndüğünde hiç Türkiye’den dışarı çıkmamış gibi hissedebilir. Büyük bir coğrafyayı gezmiş olmasına rağmen böyle bir ortam yaratmak mümkün. Üsküp, Ustrumca, Manastır , Ohri , Priştine ve Prizen bu coğrafyalardan bazıları.
Balkanlı olduğu her hallerinden belli olan yığınlarca insanın durup dururken ( bize göre )Türkçe bilmesi, Türkçeyi anlaması, en azından Türkçeye bu kadar aşina olması Türkiyeden hareket etmeden önce akla gelen bir şey değil. Bu duruma orada bir hafta geçtikten sonra alışılıyor ama bunun kayda geçmesi de gerekirdi hani.
İnsanı şaşırtan bu durum kitaplarda okuduğumuz ve bildiğimiz tüm bilgileri ve Balkan tarihini bir kez daha etüt etme isteğini kamçılıyor. Unutmayın orada, sınır ötesinin uzak bölgelerinde capcanlı bir tarih var. Muhatap olduğunuzda sizi çarpacak ve hayata bakışınızda sarsıcı etkiler bırakacak bir tarih. Gidin, görün ve eskilerinizi yenileyin.
SEN MÜSLÜMAN MISIN?
TÜRKÜN KENDİNDEN KAÇIŞI
Makedonya, Arnavutluk, Kosova ve Lübnan; bu ülkelerde sizi sürpriz bir sosyoloji daha bekliyor. Balkanlara gözlem bahçesine hoş geldiniz tabelası assalar neden asmışlar demem. O derece. Diyelim çantanızı kaptınız, muhtemelen havalı bir şekilde sözü edilen yerlere uçtunuz. Türklerin üzerine kendiliğinden sinen bu havalılık halinin nereden ve neden kaynakladığını henüz çıkarabilmiş değilim. Havaalanına indiniz. Şehir merkezine geçmek için bir taksiye bindiniz. Taksi şoförü bir doktor gibi çok alışık ama siz orada yeni ve heyecanlısınız. Birbirinizle tanışıp konuşuyorsunuz.
Türkiyede taksiye binip ininceye kadar dut yemiş bülbül gibi ağızlarını açmayanların gurbette taksiye biner binmez konuşmaya düşmeleri ilgi çekici. Taksici adınızı sorduğunda ve tabi Türkiyeden geldiğinizi öğrenince size bir de Müslüman mısınız diye soracaktır. Gelin işin içinden çıkın. Buna kim nasıl cevap verir? Hemen sana ne kardeşim, bu ne biçim soru! diyesiniz gelir ama misafir olduğunuz için daha naziksinizdir. Üstelik soran kişi de oldukça sakin ve normal bir eda ile sormaktadır. Bu hal sizi yola koyar ve cevap verirsiniz.
Bundan sonraki diyalogları çok merak ediyorum. Bir an Türkiye’deki değişik meşrepten insanlar bu soruya ne cevap verirlerdi diye düşünün. Mütedeyyin biri arayıp da bulamadığı bir şeyi bulmuş gibi Elhamdulillah Müslümanım tabi der. Bir solcu Ee Müslümanım diyebilirim ama ben devrime inanıyorum, bir ideolojik Laik Çağdaş anlamda Müslümanım ama gericiliğe ve şeriata karşıyım derken normal Laik biri, gündemine hiç girmemiş bir şeye cevap verme acemiliğini üzerinde atmaya çalışır. Taksici konuşmayı sevmeyen biri ile karşılaştığını düşünerek konuyu değiştirme ihtiyacı hisseder. Çarşının tam olarak neresine gidiyorsunuz diye konuyu suhuletle değiştirir. Bir Türk milliyetçisi Müslümanız ve Türküz tabi ki , bir Kürt milliyetçisi Müslümanız, Müslüman olmasına da Kürt devrimini engelliyorlar. Muhafazakar olup takiyeciliği içselleştirenler Peki ya sen? Önce sen söyle, normal bir Anadolu vatandaşı ise Evet abi ya Müslümanız, niye sordun abi? Ne anlamda diyorsun bunu?
Soruyu sorarken bir Türk’ü şaşırtan şoför aldığı cevaplar karşısında bu kez kendi şaşkınlığını belli etmemeye çalışacaktır. Çünkü zihni, oldukça basit olan bu sorunun cevabının nasıl böyle zorlaştığını çözümleyecek birikime sahip değildir.
Aynı soruyu otelinizin odasına çıkarken size yardımcı olan ve asansör dostluğundan aldığı güçle konuya giren görevliden, alışverişe çıktığınızda diyaloğu seven bir tezgahtardan ya da adres sorduğunuz kişiden de duyabilirsiniz. En iyisi siz basitçe Adım Okan, Müslümanım deyin ve her şey normal akıp gitsin. Soranlar hiç kalori tüketmezken bir Türk cevabında fazlasıyla kalori harcamaktadır. Biz Türkiye’de sadece çocukluk döneminde Kur’an Kurslarında sınırlı sayıdaki kurs öğrencilerine yaz döneminde öğretiriz bunu, Rabbin kim, Peygamberin kim , Dinin ne, İslamın şartı kaç? Sonra nineler ve dedeler hariç bir daha gündeme getiren olmaz.
Türkiye’de İstanbul’da ya da ne biliyim Urfa’da biri size adınızı sorduktan sonra Müslüman mısın diye sorsa suratınız yeni bir şekil alır. Bu tutumun nedenleri var. Bazen bu herkes Müslüman olduğu için, bazen Türkiye İslami hareketinin Müslümanlığı kendi tekeline almasının, bazen de Kemalist Laik sistemin baskısının oluşturduğu nedenler. Müslümanlık Türkiye’de Kemalizm, Avrupacılık, Batıcılık, laiklik, doktriner Alevilik, extremist batıcı ve alevi Solculuk, beyaz Türklük ve müreffehleştirilmiş sistem taraftarları ile onlar tarafından küçümsenerek dışlanan geniş halk kitleleri arasındaki savaşın temel bir ayracı olarak var olduğu için hiç kimse Müslüman kelimesini kullandığında yaftalanmaktan kurtulamıyor. Müslüman kelimesi öyle rahatlıkla söylenip geçilebilen bir kavram değil, onda çok daha fazlası var. Müslümanlık ara renkleriyle birlikte iki medeniyet arası bir ideolojik savaş aracı Türkiye’de.
Göreliliğe bakın ki Lübnan, Makedonya, Kosova ve Arnavutluk’ta aynı kavram bir kaç saatlik yolculuğun hemen sonrasında oldukça farklı bir algıyı içermeye başlıyor. Hatta size bir paradokstan bahsedeyim, Türk devleti yurt dışında İslamcılık yapıyor. Ortadokslar, Katolikler, Protestanlar, Yahudiler ve Müslümanların değişik formlarıyla birlikte iç içe yaşadıkları bu yerlerde insanlar, kimlik beyanların da kendilerini inançlarıyla da tanımlama ihtiyacı hissediyorlar. Nerelisin hemşerim ? gibi bir sıradanlığı var. Aynı memleketli biriyle karşılaşan bir Türk ne kadar mutlu oluyorsa aynı dinle karşılaşan bir Makedon’da aynı ünsiyeti açık ediyor. İç içe yaşayan bu insanlar genellikle folklorik ayrımlara sahipler. Bir de Balkanlı ve Lübnanlılar, söz konusu sorunun hemen arkasından aslında fark etmez önemli olan insanın içinin güzel olması ve iyi insan olmaktır demeyi de asla ihmal etmediler.
Tabi bu sorun yaratmayan sıradanlık, Müslüman dünyanın egemen dünyanın ideolojisine ileri uyumundan kaynaklanmaktadır.
İroni burada bitmez. Bir de kişi isimleri üzerinde kendini belli eden bir sosyoloji var. Hıristiyan toplumun kendine ait isimleri var. Az sayıdaki Yahudilerinki de öyle. Müslüman sınıfların ( Arnavut, Makedon, Arap ve Türk ) isimleri de diğerlerinin isimlerinden farklı. Sizi oralarda şaşırtacak konulardan biri de budur. Türk ya da Arap olmadığı halde Makedon ya da Arnavutların isimleri Şaban, Muammer, Fuat, Hakkı, Reyhane, Emina, Özlem ve Zehra şeklinde Türkiye’dekilerle aynı. Bu ve benzeri isimlere sahip olan kişiler Müslüman olarak tanımlanır. Aynı mahalleden Hıristiyan ve Müslümanları isimlerinden rahatlıkla ayırabilirsiniz. Yeni yeni renk vermeyen isimlerin kullanılmaya başlandığı oralı insanlar tarafından bize anlatıldı.
Türkiye’de İslam’ı dışta tutma çabasına ömrünü veren, Müslüman tanımlanmamak için batılıdan çok batılı olan ve yaşamındaki ilgili tüm izleri sildiğini düşünen sert kavgacı insanlar var. Bunlar gittiğim bu bölgelere seyahat ettiklerinde adları mesela; Bedri, Bekir, Emin, Çevik, Türkan, Gülten ve Tansel olduğu için Aa Müslümansınız demek şeklinde bir tepkiyle karşılaşacaklardır. Sen tut bir yaşam boyu cansiperane bir mücadele ver sonra da kıytırık bir isim nedeniyle fire ver. Doğrusunu söylemek gerekirse bu hak değil. Ama yapılacak bir şey yok.
Hayal bu ya, şimdi bir Haçlı ordusu çıksa saldırıya geçse Türkiye’den söz konusu edilenler hayır ben sizdenim, batılıyım dese bile hayır, senin ismin Çetin, sen de Müslümansın diyerek onu da kılıçtan geçirmeye mi kalkacaklar? Bu son cümleyle konuyu bilerek abarttım. Ama ele aldığım konunun yeterince hissedilmesini istiyorum. Tüm karşı duruşlara rağmen sosyolojinin bildiği yoldan gitmesi her zaman için ilgimi çeker.
ERDUGAN
TÜRK İSLAM DÖNEMİ
Bu Erdugan ve aşağıdaki Davutuglu ifadelerini, en çok Arapların söyleme tarzı güzel olduğu için o fonetiğe uygun olarak yazmayı tercih ettim. Önce olayın ana fikrini açıklayayım. Türkiye başbakanı sıfatıyla Tayyip Erdoğan’a inanılmaz bir sevgi var.
Bu sevgi Türkiye’ye karşı olan doğal bir sevginin üzerine inşa ediliyor. Ama önceki dönemlerde kapalı ve içe dönük bir politika izlendiği için o sevgi dondurulmuştu. Yeni sevgi gösterisi ısrarla Erdoğan’ın ismi üzerinden vurgulanmak isteniyor. Bu nedenle olaydaki kişiselliğe atıf yapmamak doğru olmaz. Onlar her şeyin Erdoğan’la başladığını belirtmekten hoşlanıyorlar. Hayır, bakın bir de olayın şu yönü var diye izah getiren birini dinlemiyorlar. Bu çaba onları rahatsız eder. Tayyip Erdoğan üzerinden rehabile oldukları gibi alacalı konular umurlarında değil. İşimizin bir parçası olan sokak röportajlarında da buna şahit olduk. Bunun bir malumun ilanı olduğunu biliyoruz.
Biz burada iki ayraçdan bahsedeceğiz.
Birincisi, Arap İslam dünyasının Tayyip Erdoğan olan ilgisi. Arap dünyasının monarşik dikta sistemlerinin halklarda ne kadar büyük stres biriktirdiğini gördük ve görmeye devam ediyoruz. Kendilerinden başka kimseye faydası olmayan bu yönetici azınlıkların içe kapanık ve dünya sisteminin tüm pis politikalarını kabullenici davranışları Arap halklarının vicdanını fazlasıyla yaraladı. İsrail’in umarsız ve aşağılatıcı politikalarına boyun eğen Arap diktatörleri erklerini halklarına karşı kullanmaktan çekinmediler. Yanı başlarında Filistin halkına yapılan katliamlara da seyirci kaldılar. Zirvesini Davos’daki One Minute çıkışıyla bulan ve el kol hareketiyle de Trabluslu satıcı İsam’ın ifadesiyle kabadayılığı izhar eden Tayyip Erdoğan fotoğrafı, Arap dünyasına bomba gibi düştü. Sebebi ne olursa olsun. Çıkışı besleyen konjonktürün yapısı nasıl izah edilirse edilsin zerre kadar ilgilenmediler ve sonsuza kadar da ilgilenmeyecekler.
Tayyip Erdoğan’ın İslami kimliği ve İsrail muhalefeti; İslam ve İsrail’e muhalefet yaşamlarının en büyük parçası haline gelmiş Arap halklarının zihniyle birebir örtüşmüş bulunmakta. Arap yönetimleri ve Arap milliyetçileri bu sosyolojiyi yok edebilecek bir formülü isteseler de bulamazlar.
Trablus’ta sokakta bize portakal suyu sıkan seyyar satıcı, kilolu, esmer, sessiz ve soğuktu. Arapça ve Türkçeyi aynı anda görünce canlandı. Sözü Tayyip Erdoğan’a getirdi. Ammice diliyle bir şeyler anlattı. Arada kabadayı kelimesini duyar gibi oldum. Tekrar ettirince kelimenin bire bir bu şekilde yerel Arap diline yerleştiğini anladım. Tayyip Erdoğan kabadayı mı diyorsun yani? dedim, bana yumruğunu sıkıp kolunu kaldırarak leken? diye cevap verdi. Görüntüleri arşivimizde olan satıcı bize Ya ne sandın? demek istemişti. Beyrut’taki Sünni şoför Rabi, işgal altındaki bölgelerde oturan Şii görüntü yönetmeni Huseyin, Sayda’nın, Trablus’un belediye başkanları Mihal Zuhal ve Nadir Ghazal da seyyar satıcı ile aynı kanaati paylaşıyor. Şunu da belirtelim Türkiye’deki politikacılardan İslamı kimliği öne çıkmayan bir yönetici, Erdoğan’ın yaptığının aynısını yapsaydı Arap dünyasının tepkisi bu kadar güçlü olmayacaktı.
Bu gerçek, Arap dünyasındaki başka ilginç durumların varlığını gölgelemez. Araplar aynı zamanda Türkiye’ye de gıpta ile bakmaktalar. Türkiye’yi bir de televizyon dizileri üzerinden tanıyorlar. Araplar, en büyük kazançları olarak gördükleri İslamlıktan vazgeçmek niyetinde değiller ( Türkiye’de olanın aksine ). Ama İslamlıktan vazgeçmeden modern hayata da hem de büyük uyum sağlama amacını taşımaktalar. Onlar Müslüman, modern, kapitalist, liberal, demokrat ve de dizi kahramanları gibi olmak istiyorlar. İdeolojik duruşlular Arap toplumlarının geneli dikkate alındığında marjinal kalır. Kafalarındaki yaşamın en iyi temsilinin Müslüman ülkeler arasında Türkiye tarafından yapıldığını düşünen siyah saçlı ve siyah gözlü Arapların bize bakışlarındaki anlam yoğunluğunu görmeniz gerekir.
İkincisi, Türk İslam dünyasının Tayyip Erdoğan’a olan ilgisi. Türk dış politikası 2002 den sonra yeni bir rotaya girdi. Bunu Türkiye’nin yurt dışındaki faaliyetlerinin envanterini bizim gibi çıkardığınızda gözlemleyebilirsiniz. Türkiye’nin Turgut Özal’la başlayan açılım siyaseti daha ziyade iç politika kapsamına alınabilecek özellikler taşırken Tayyip Erdoğanlı yıllar dış politikada da büyük bir atılıma sahne oldu. İçine kapalı Türkiye kodlarından kaçamayarak önce çevresine bakınmaya sonra faaliyet alanları açmaya başladı.
Önceki dönemlerde Türklük ve batıcılık temeline oturan ürkek ve sinik bir dış politika vardı. Şimdi Türklük ve İslamlık üzerine bina edilen aktif bir dış politika örgütlenmesi kurgulanmış durumda. Böyle olunca Osmanlı’dan kalan çok geniş bir coğrafya faaliyet alanına dönüştü. İslamcılık politikası yeni dönemde ilk defa devreye girince bakiyelerdeki çalışmaların önündeki baraj seddi yıkıldı. Bu, sadece Türkiye’nin aktif politikasından değil bana göre daha ziyade bakiyelerde olan inanılmaz birikimin engellenemeyen el uzatışlarının yarattığı bir sirkülasyondan kaynaklanmaktadır.
Hatta şunu da bir gözlem olarak not düşmek istiyorum. Türkiye’nin gelişimi engellenmediği sürece ya da dünya gücüne uyum süreci devam ettiği müddetçe zaman içinde konjonktürel yapı onu planlamadığı ve kendi gücüyle gelmediği bir yere sıçratacaktır. Herkes buna hazır mı?
Arap olmayan Türk İslam dünyasının şöyle bir karakteri var; Türklük ve İslamlık iç içe geçmiş durumda. Türklük İslamlık, İslamlık da Türklük anlamını taşıyor. Kosova’da Mehmet Akif’in köyünün de yer aldığı Beje ili ve civarında şöyle bir söz vardır: Kim ki Türkçe bilmez dini olmaz. Yine Arnavut bölgelerinde İslam’ın şartı tabiri Türklüğün şartı kavramı ile yer değiştirmiş bulunur. Türklüğün şartı kaçtır diye sorulurmuş. Bu tespitlerde olanın kayda geçirilmesi amacı haricinde bir tutum yoktur. Üsküp’te Türkiye’de bizi duyarlılaştıran politik ortam nedeniyle oraya giden Türkiyelilerden bahsederken olayı iyi anlamak için nesnel bir şekilde Türk mü Kürt mü diye sormak istediğimiz mevzu karşısında Üsküplü Muamer’in bakışlarındaki anlamsızlıktan durumu kavradık. Akıllı olan Muamer bizi hemen anladı ve ekledi, Burada oradan gelen herkes Türk’tür ve Müslüman’dır dedi.
İslamlığı dışlayan Kemalist politikaların bu dünyaya açılması bu açıdan da mümkün olmuyordu. Yurtdışında faaliyet yapmak için İslam ve Müslümanlığa antipati duymamak gerekir. Zaten buralardaki İslamlık rengi Osmanlı bakiyelerindeki toplulukların bünyesinden bir Afrikalının siyah rengi gibi birbirinden ayrılamaz. İster istemez bu böyle kalacak. Topyekun batılılara katılıp isimlerini ve dinlerini değiştirmedikleri sürece bu gerçek bu seciyesiyle sonsuza kadar gidecek. Türkiye bu kaderinden kaçmaya çalıştı ama kaderi onu bıraktığı yerde tekrar almaya geldi.
Türkiye’nin yurt dışındaki aktif politikası onu daha İslamcı bir çizgiye çekmeye devam ediyor. Süre içinde batı dünyasıyla fiili karşılaşma gerçekleşecek. Gerçekleşince de din üzerinde yürütülen bir uluslar arası siyaset dili tekrar gündemi meşgul edecek. Avrupa Birliği’ne girişin aslında başından beri nasıl mümkün olmadığını herkes kendi gözleri ile görecek. Jeo strateji, AB’ni de şu an daha soft yapıyor. Buradaki izafiliği, Ahmet Altan ve Egemen Bağış’ın şahsında zihnimde sembolleşen, AB politik kıblecisi liberal aydınlarımıza anlatmak mümkün görünmüyor. Onlar arzu ettikleri şeyi batılıların kabullenemeyecekleri fikrini yabani buluyorlar. Dünyada yeniler galiba! Hepimizin görebileceği yakınlıkta buna şahit olabiliriz. Son cümlem gözlem sınırını zorladı. Ama işaret fişeklerinin aydınlattığı sahada silüeti gördüğümü söyleyebilirim.
Arap olmayan Osmanlı bakiyesi bölgelerindeki büyük ilgi; çok büyük acı hikayeleri, hasretlik hikayeleri, yenilmişlik ve yalnızlık hikayeleri ile de yoğrulduğu için çok duyarlı. Onlar şu an Türkiye’deki politik ve sosyal gelişmeleri Türkiye’de yaşayan insanlardan daha dikkatli takip ediyorlar. Ayırt etmeden üzülüyor ayırt etmeden seviniyorlar. Politik bir röportajın tam ortasında İbrahim Tatlıses’in durumunu ısrarla ve yeni bir şey duyarım hevesiyle soran esnafın bizde kayıtlı bulunan halini görmeniz gerekirdi.
DAVUTUGLU
RUHUN DÖNÜŞÜ MÜMKÜN MÜ?
Artık herkes popüler ama Davutoğlu en fazla adı anılan Türk siyasetçilerinden biri. Onunla ilgili Lübnan ve Makedonya’da karşılaştığım iki hadiseyi anlatmadan olmaz.
Birincisi, Lübnan’da geçiyor. Orada Türkçe konuşan bölgeler var. Bunlar Lübnan genelinde on iki yerde bulunuyor. Bunlardan Trablus ilinin çıkışında yer alan Kuwaşra bölgesine gelen Ahmet Davutoğlu köylerdeki içler acısı fakirliği görüyor. Benim de yolum düştü oraya. Bir kere su yok. Daha ne olsun. Hafta da bir kez iki saat akan su elektriklerde kesilince hiç akmamış oluyor. Elektriklerin sık sık kesildiği bölge bazen on beş gün susuzluğa direnmek zorunda. Kendi köylerinizi hayal ettiğinizde ortamı az çok tahmin edersiniz. Davutoğlu bunlara bakarak şöyle diyor; Siz buralarda böylece susuz yaşarken bize su içmek haram olsun. Ve daha sonra o köylerin tamamına altyapısı hazırlanarak su bağlantısı yapılıyor. Bu konuyu bizi ağırlayan köylülerle uzun uzun konuştuk, kamera çekimleri yaptık.
İkinci olay Makedonya’da gerçekleşiyor. Üsküp, Ohri, Manastır ve Ustrumca gibi birbirinden güzel yerlerin ve diğerlerinin her birinde düzinelerce Osmanlı dönemi eserler var. Bizim Anadolu’nun çoğu yerinde o kadar eser yok. Gezin bakın hepsi toprak altına gitmek için gün sayıyor. Hanlar, hamamlar, camiler, kervansaraylar, köprüler, tekkeler, çarşılar, kuleler ve kaleler hepsi bakımsızlıktan çökmüş ve yıkılmış bir şekilde viraneler. Buralarda ne büyük bir tarihin yaşadığı gerçeği sizi çarpıyor. O mirasın tüm izlerinin Hıristiyan bölgelerinde mümkünse tamamen izole edilmesi çabası da gözlerinize çarpıyor. Sonra herhangi bir eser sizi alıyor yenilgiye, sürgüne, acıya, hasrete, terk edilmişliğe ve arkadan bakan umutsuz gözlere götürüyor. Bir süre dalıyorsunuz ve kendinizi tutamıyorsunuz.
Bunun için illa Türkçü, Osmanlıcı ve İslamcı gibi bir tanımınızın olması gerekmez.. Davutoğlu kubbesi ve namazgahı tamamen yok olmuş, minaresinin de sadece yarısı kalmış Manastır’daki böyle bir caminin önünde duruyor. Üzerine kilise yapılması tartışmaları da var. Sanıyorum o da birçokları gibi benzeri nice duygunun birikimi ile ağlıyor. Oralara seyahat edilmeden bu duygu yoğunluğunu hissettirebileceğimi sanmıyorum.
Bu iki olay da beni etkiledi ve mutlu oldum. İyi hareketlerin ve iyi insanların kelebek etkisi iyi bilinir. Türkiye’de politik tutumu bizi saran yapılanma yok, o nedenle davranışlara bakarız. Ama söylenmeden geçilmeyecek durumlar vardır. Bazen gördüğünüz kimi güzellikler bir zorunluluk gibi açığa çıkarılmayı ve paylaşılmayı dayatır.
Bir defa iki olayda da steril bir duygu var. Kesbi bir duyarlılık var. Kardeşlik var. Kimlik aidiyeti var. Asabiyet var. Değerlerine sahip çıkma var. Bu ve benzeri iyi hasletlerin hepsini öneren ve disiplin içinde sunan asil bir öğretinin temsili var. Bu davranışlar alışılagelen normal politik kalıplar içinde yer almıyor. Biz sadece bu davranışların içten olmasını umuyoruz.
Yaşam bireyin kendi imtihanı etrafında döner ve son bulur. Ve her birey din gününde sahneye tek başına çıkar. Bilinç sahibi insanların işlerinin sorumluluğu iki kat fazla olduğu gerçeğini herkese hatırlatırız. Aşkın davranışların içi boşaltılmadan, politikanın kirli koridorlarında gezdirilmeden, gerçekliğini ve sahiciliğini incitmeden devam ettirilmesini ve çoğaltılmasını arzu ederiz. Sistemin bünyesinde yer alan bürokrat ve siyasetçilerden daha fazla kişinin iyi özellikleri ve duyarlılıkları yaşaması ve taşıması için dua ederiz.
İSTANBUL ÜSKÜP DERBİSİ
Türkiyede iken hiç duymamış, farkına da varmamıştım. Üsküp’deki dostlarımızla sohbeti akşam yemeğine taşımanın verdiği gevşek iletişim ortamında ( ki Üsküp’e giderde 17 km ötesindeki Matka’ya çıkmazsanız çok şey kaçırmış olursunuz. Siz de benim gibi en fazla ne olabilir ki deyin ama gidin o doğa harikasını görün. ) Laf nasıl geldi buraya hatırlamıyorum ama yüksek lisans öğrencisi Üsküplü Talha ve doktor ağabeyi Muhammed ; Bir saniye, bir saniye bir defa biz sizden önce Türküz ve Müslümanız. Sizin İstanbulunuz 1453 de fethedildi, Üsküp 1392 de. Ona göre konuşursak fena olmaz. Kendimi bir an müstakbel İstanbul Spor Balkan Spor derbisinde hissettim. Normalde iyi bir taraftar olmadığım için ne ben ne de Galatasaray’ın bu yılki perişan halinden masanın altına yakın duran Ahmet Özcan , bizim de 6 minareli Sultan Ahmetimiz var diyemedik. Biz hükmen mağlup olmaya zaten gönüllü idik.
1380’li yıllarda Balkanların fethine çıkan 3.Osmanlı padişahı 1. Murat’ın türbesi Priştine – Mitroviç yolu üzerinde bulunuyor. 1. Murat, savaş meydanında dikkat bir Sırp tarafından öldürülüyor. Bugünün Balkanlarını ve özellikleri Sırpları anlamak için o günlerin tarihine bakmak gerekir. Sadece iç organlarının gömülü olduğu türbe Türkiye tarafından onarılmış. 400 yıl boyunca Özbekistan’dan gelerek türbenin bakımını üstlenmiş olan aileden en yaşlısı olan Saniye ana Türkçe, Boşnakça ve Arnavutça biliyor. Röportajdan dönerken bize çikolata kutusu vererek kulaklarımıza kadar kızarmamıza sebep oldu, sağ olsun.
TÜRK DİZİLERİ
TESBİHİN MODERNİTE ARZUSU
Türkiye’de Türk dizilerinin Arap dünyasındaki yankıları bolca konuşulur, yazılır ve çizilir. Aynı etkinin Balkanlardaki Türk, Arnavut, Boşnak ve Makedon toplumlarında da var olduğunu gözlemledik. Hatta özellikle Arnavutluk’ta alt yazılı Türk dizileri sayesinde Türkçeyi öğrenen insanlara rastladık. Bu nedenle Türkçe diline ilgi duyanlar da cabası. İnsanlarla konuştuğunuzda bir zamanların Brezilya ve Hollywood dizilerinin Türkiyede yarattığı toplumsal etkiyi şimdi Türk dizilerinin gerçekleştirdiğini anlıyorsunuz.
Görüştüğümüz, bu bölgelerdeki Türk yetkilileri olsun ve bu ülkelerin kendi yöneticileri olsun tamamı Türk dizilerinin toplumlarındaki etkisinden bahsetmeden sohbetlerini sonlandırmadılar. Bu coğrafyadaki televizyonlarda zaping yaptığınızda günün her saatinde bir Türk dizisinin alt yazılı bir şekilde yayında olduğunu görebilirsiniz.
CAMİYİ YA GELİN YIKIN YA DA YAPIN
KARDEŞLİK ÖYKÜSÜ
Makedonya’da, Ustrumca ilinin Vasilova belediyesinin Susi Çani köyünden bir mektup geliyor TİKA bürosuna. Bu mektup, köylerindeki camiyi konu alan Hıristiyan bir Makedon’a ait. Mektubunun bir kopyasını yanıma aldığım ve telefonla irtibat kurduğum halde gidip göremediğim Tome Gavazan diyor ki, yıllardır bu cami burada metruk ve harabe bir şekilde bekliyor. Bizim buradaki Müslümanlarla çok güzel anılarımız vardı. Birbirimizi çok severdik. Şimdi onlarsız bu minareye bakıp duruyoruz ve çok üzülüyoruz. O nedenle lütfen gelin bu camiyi ya tamamen yıkın ya da onarın. Bu yaşlı Makedon’a kalemi alıp mektup yazdıracak ve bunu hangi makamlara göndereceği araştırmasını yaptıracak olan duygu, bugün Makedonya Cumhurbaşkanı’nın dilinden televizyon ekranlarında da yayınlanıyor. Osmanlı’daki millet kavramı üzerine araştırma yapan Cumhurbaşkanı Gjorge İvanov, Balkanların karmaşık yapısında birlikte yaşayabilme modellerini Osmanlı tecrübesine atıf yaparak gündeme getiriyor.
Her fırsatta Türkiye’deki yönetici, aydın ve din adamlarının da ısrarla vurguladıkları bu gerçek, bir nostalji olmaktan öte gidemiyor. Dünyanın dört bir yanında bu özelliği ile anılan Türkiye’nin bağrındaki bir coğrafya ile uyum içinde yaşama koşullarını onca fiili tecrübeye rağmen oluşturamamış olması bir ironi olarak varlığını hala koruyor.. Ayağına kurşun sıkan kovboy, bunu niçin yaptığını biliyoruz ama bedenini de kaybetmemek için bir an önce onu tedavi et!
YAN YANA YAŞAMLAR
SAKLI MAYINLI SINIRLAR
Lübnan’da dahil Balkanlarda ziyaret ettiğimiz söz konusu ülkelerde sosyal doku; ırkları, dilleri, dinleri, mezhepleri ve meşrepleri farklı toplulukların aynı çatıyı paylaşmaları nedeniyle iki tarafı keskin olgularla dolu. Tarihleri iç savaşların yıkıcılığıyla geçmiş bu bölgelerin halklarının bilinci hala yaralarını sarmış değil. Beyrut’taki geniş caddenin ( en iyi bildiğiniz geniş bir caddeyi kafanızda canlandırın, aynısı ) iki tarafını işaret ederek,Bu tarafta Hıristiyanlar bu tarafta da Müslümanlar mevzilenmişti. 15 yıl süren iç savaş boyunca birbirlerine ateş açıp durdular. Bunu sıradan bir üslupla anlatan Şii kameramanımız, aradan yıllar geçmesine rağmen gözlerimin önündeki bu caddede gerçekleşen iç savaşı hayal edince, tüylerimin diken diken olduğunu fark etmedi. Bunun gibi nice savaşlara tanık olan bu bölgeler yeni oluşumlarla birlikte durulmuş görünüyor. Önceleri birbirlerinden kız alıp vermeye kadar ileri giden ilişkiler ( ki iç savaşlarda en büyük dramı onlar yaşadı diye bize anlattı Kosovalı Caner Süleyman ) artık her farklılığın kendi içine çekilmesi ile sonuçlandı. Ayrı yapılar, sosyal ve politik büyümesini bu kez kendi içinde yatay ve dikey olarak gerçekleştiriyor. Bu sosyal yapı, tehlikeli ortam kaygısını körüklemiyor belki ama yok da etmiyor. Lübnan ve Balkanlar yeni zamanlarında artık iç içe yaşamıyor. Yan yana yaşıyor. Bu olgu da maalesef, kirli şer odaklarına provoke edilebilecek mayınlı hazır zeminler sunuyor. Türkiye’de iç savaşa gidebilecek süreçleri engelleyen üst bilinç benzeri disiplinler, bu coğrafyalar için zorunlu ve acil ihtiyaç olarak kendini gösteriyor.
O ÜLKE
Seyahatim boyunca hayalini kurduğum o ülkeyi bulamadım belki. Ama hiç olmazsa, yol boyunca o ülkede masumların kanının hiç bir gerekçe ile akıtılmayacağı düşünü kurarak avundum.
TEŞEKKÜR:
Arnavutlukta bize yardımcı olan ve ülkesini detayıyla tanıtan kardeşim Nimet İsufi’ye, siyaset dünyasına girmeyi düşünmesini dilediğim ve unutamayacağımız şekilde bize organizasyon yapan Fuad Bey’e, TİKA koordinatörü Ali Özgün Öztürk’e, Muhammed Özhan’a, Ahmet Aksoy’a, Fatos Dibra’ya, Valter Baçe’ye, Makedonya’da TİKA’dan Musatafa Özdemir beye, Alkan beye, Selcan Yılmaz Dayı’ya, Süleyman Baki’ye, bizi yaklaşımıyla hep mahcup eden Muhsin Kurtiş’e, Ahmet Kurtiş’e, Kadriye Süleyman’a, sarılığıyla bir Makedonu andıran M.Recai Yıldırım’a, Üsküb’ün yakışıklıları yüksek lisans öğrencisi Talha Ali’ye, tıp öğrencisi Eren Seyfullah’a, Radoviç’li fırtına tüccar Hasan Nanuş’a, Makedonya radyo televizyonundan bize kaşla göz arsında kek ve börek ısmarlayan Zübeyde Ahmed’e, araştırma için Üsküp’e gelen doktora öğrencisi Ertuğrul Karakuş’a ve Armağan Gökçe’ye, Kosova’da bizimle İpek’teki Mehmet Akif Ersoy’un köyüne kadar eşlik eden, her şeye hazır olup hiçbir şey yapmayan öğretisinin mimarı olan ama buna rağmen benimle iyi çekim yapabilmek için köyün tozlu tabelasının silinmesine yardım etme lütfunu gösterebilen, Ahmet Özgür ve oğlum Berhan Altaş ile aynı yaştaki Tanju Süleyman’a, tabii ki Caner Süleyman’a, Kamer Şimşek’e, Lübnan’da en başta Sertan Demiröz’ümüze, production şirketi sahibi Ali Kalache’ye, bizimle tanışarak kafası altüst olan Rabi Ellehib’e, büyük misafirperver Walid Nauh’a, Gandi başkan Zaher Sultan’a, Suat Bayar’a, Hussein ve Moussa Nassar’a, sabrı ve inadıyla harbiden mimar Halid Tadmuri’ye, işkolik Nancy Nahouly’e, gazeteci yazar Eymen Halid’e ve bir şekilde diyaloğumuzun gerçekleştiği adlarını yazmadığım insanlara teşekkür ediyoruz. Dostluklarını unutmayacağız.