Somali’de Bir Gün: Bu Benim Ülkem

Vatan hasretimin üzerinden sekiz yıl geçmişti. İletişimin ve ulaşımın oldukça güç olduğu ülkemden yeterince haber alamamak ailemi de derinden etkiliyordu. Yedikule’deki evimizde çoğunlukla akşam saatlerinde suskunluk olarak kendini gösteren ve ailemin bütün fertlerini saran dalgınlığın kaynağını ülkemizden ayrı düşmemize bağlarım ben. Sekiz kişilik ailemin hiçbiri içinde kayboldukları bu ayrılık hüznünü gündeme getirme ihtiyacı hissetmez. Yüreğimizde yaşadığımız derdi ayrıca dile getirerek derinleştirmek istemiyoruz sanırım.

Dünya gündeminin ilk sıralarına giren ülkemdeki yaygın açlık ve akut sağlık problemleri bizde karmaşık duygular yarattı. Bir asır boyunca hiç eksik olmayan açlığın yeni çıkmış olduğunun sanılması gibi bir yanılgıyı ve bunun sadece Somali’de gerçekleştiği ifadelerini garipserken dünyanın soruna geç ve yüzeysel de olsa ilgi duymasına içten içe sevinir olduk. Özellikle Türkiye’nin devleti ve halkıyla ülkemize yönelik içten ve atak davranışı ailemde tarifsiz bir sevgi yumağı oluşturdu.

Söz konusu sevginin, Somali’ye bu gidişimde gözlemlediğim, halkın gönlündeki ve bir ay kadar önce kurulan federatif devlet yöneticilerinin kalbindeki sevgiye kıyasla daha zayıf kaldığını fark edecektim. Havaalanına inince de ürperecektim. Ürperecektim çünkü 2005 yılında gerçekleşen kaçış gibi göçümüzden sonra mesafeyi açan yılların beni bile ülkemin gerçeklerinden kopardığını görmek yüreğime bir külçe gibi oturacaktı.

Bu eylül ayının ilk haftasında (08.09.2011 ) bir akşam evde sözü geçen derin sessizliklerimizin birinin tam ortasındaydım. Alışık olmadığımız bir saatte telefonum çaldı. Somalili mahalli sanatçının içli sesi ile söylediği şarkının piyano tuşlarındaki standartlara uymayan ses frekanslarından oluşan müziğinin melodisi ile kendime geldim. Elimdeki Cerrahpaşa Tıp Fakültesi üçüncü sınıf ders notları vardı. Bu notları bana kardeşi gibi sıcak yaklaşan Sivaslı arkadaşım Emir, fotokopi yaparak getirmişti. Onun ismimi uzun haliyle her seferinde bıkmadan üstüne basa basa söylemesi çok hoşuma gider: Ahmed Abdulhadi Abdi! Kur’an harflerini çok iyi çıkaramamasına rağmen Ahmed kelimesini cüzdanımda yazıldığı gibi d harfiyle okumasını görmeniz gerekir.

Telefonun diğer ucundaki kişiyi biraz dinledikten sonra birden bire tabi ki seve seve gelirim! cümlesini söylemem bütün ailemin dikkatini üzerime yoğunlaştırdı. Babamın bakışından cevabımı garipsediğini fark ettim. Ülkeme bir televizyon kanalı için hazırlanan sonradan adının Kardeş Eli olduğunu öğrendiğim haftalık belgesel programı çekimlerini gerçekleştirilmek için gidilecekmiş. Kendilerine Somalili bir rehber gerekiyormuş. Haseki hastanesi karşısındaki Yeryüzü Doktorları Derneği beni önermiş. Belgesel ekibinden birinin Arapça bildiğini ama Somalice, İtalyanca ve İngilizce kelimelerin de bolca kullanıldığı Ammice Arapçasını konuştukları için onları anlamanın çok güç olduğunu duyduklarını söylediler.

Ekibin görüntü yönetmeni olduğunu öğreneceğim Aytekin beyin bu teklifi beni tarifsiz heyecanlandırmıştı. O devam ederken benim aklım konuştuklarından kopmuş havaalanına yakın olan evimizin karşısındaki bol ağaçlı park alanına gitmişti. Boğazıma yakın bir yerden kalbime oradan aşağı doğru yol alan ve arkasından izlerini bırakarak biten ince ve serin bir sızıyı elimle tutacak gözümle görebilecek gibi oldum.

Ağzımdan çıkıveren gitme kararı öyle kesindi ki, babamın sert sözlerle annemin ağlayarak beni engelleme çabaları geri adım attırmayacaktı. Küçük kardeşlerimin ikna çabalarına da umarsızlıkla yaklaşmam Somali çadırlarındaki çocuklara bakarken sadece bir kez aklıma gelecek içimde bir miktar pişmanlık duygusu oluşturacaktı.

Somali’deki iç savaş bir ay öncesine kadar bütün şiddetiyle devam ediyordu. Şu anki hükümet ile uluslararası El Kaide hareketi kontrolü altındaki Somali menşeli Eş – Şebab arasındaki çatışmalar başkentin tam ortasında gerçekleşiyordu. Eş-Şebab’ın geri çekilme kararını açıklamasından sonra ortalık biraz sakinleşmeye başlamıştı. Bir dizi intihar saldırılarını da geride bırakan süreç, Umut Operasyonu adı altında Somali’ye giriş yapan ABD askerlerinden bazılarının 1993 yılında öldürülerek sokaklarda süründürülmesi görüntüleriyle sarsıcı bir şekilde dünya gündemine girmişti. Bu nedenle ailem kendi perspektiflerinde haklıydı aslında. Ama ben zaten içten içe babama oraları terk edip Türkiye’ye yerleştiğimiz için kızıyordum ve biraz utanç duyuyordum. Neredeyse bütün arkadaşlarım ülkemin zor koşullarında kalmışlardı çünkü. Tıp fakültesini bitirir bitirmez oraya yerleşeceğimi ise buradan herkese ilan ediyorum.

Bütün bunları çok iyi bilen ailem tehlikenin farkındaydı ve korkuyorlardı. Yine haklı çıktılar. Gidişimizin ilk gününde İHH derneğinin iki yardım gönüllüsü kaçırılacaktı. Güney bölgesine yardımların gitmesini istemeyen bir grup bu gözaltı olayını gerçekleştirmişti. Çünkü açlığın ve kuraklığın en yoğun olarak yaşandığı güney bölgesi Eş-Şebab hareketinin kontrolü altında. Yine açlar siyasetin pençesinden aşağıya düşen parçalarla beslenmek zorunda. Her zaman böyle olmuyor mu?

Hükümet ise Türkiye’nin içinde bulunduğu uluslararası sistem tarafından destekleniyor. Bu nedenle Somali’ye ulaşan yardımlar sınırlı bir bölgeye hakim olan otoritesi zayıf başkent devleti yöneticilerinin elinde. Herkes kendi açını doyuruyor adeta. Kamplarda açlık ve sefalet ile pençeleşen yaşlılar, çocuklar ve bebekler tepelerinde gerçekleşen bu politik açmazların hiç birinden haberdar değiller. İsterse kurulu olduğu düşünülen hükümeti devirebilecek güçte olan ancak böyle bir durumda başta Etiyopya üzerinden olmak üzere süper güçlerin kendilerine savaş açacağını bilerek geri duran Eş-Şebab hareketi, yardım faaliyeti organizasyonlarında sadece hükümeti değil kendilerinin de muhatap alınması gerektiğini düşünüyor. Hatta BM, Eş-Şebab’ın, yardımların Somali’ye ulaştırılması konusunda sorun çıkarmayacaklarını açıklamasından sonra seferberlik başlatmıştı. Örgüt yoğun stres altında kaldıkları ve zaman zaman sırf bu nedenle eylem yaptıkları açıklamalarını yapıyor.

Yardım gönüllüsünün gözaltına alınmasından bir kaç gün sonra diğeri Afrika Birliği üyesi, biri BM görevlisi iki asker de arabalarından indirilerek öldürülecekti. Afrika birliği askerlerini, ilk olarak Somali’ye ulaştığımızda hükümet askerleriyle birlikte havaalanının güvenliğini sağlarken gördük. Giysileri ve tavırları ülkeminkinden farklı olan bu askerlerin daha bakımlı oldukları dikkatimi çekmişti. Mogadişu sokaklarının her yerinde düzensizce yerleşen bu askerler bütün Afrika’da güvenlik ve yardımlaşmayı sağlamak amacıyla oluşturulan yaklaşık 51 ülkenin katıldığı örgütlenmeye bağlı olarak görev yapıyorlar.

Merkezi Afrika’nın fiili işgal görmeyen bölgesi olan Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da olan Birlik’in bazı tasarrufları hoşuma gitmiyor değil. Bendeki uluslararası organizasyonlara karşı var olan olumsuz tutum nedense Birlik söz konusu olunca yerini sempatiye bırakıyor; faaliyetlerini yakından özenle takip etmem ve kara Afrikalı olmam nedeniyle olabilir.

Pozitif etkilendiğim bir olayı sizinle paylaşabilirim. Libya’daki olayların Tunus, Mısır ve Suriye’de gerçekleşen devrim süreçlerinden farklı geliştiğini sanıyorum herkes kabul eder. Tunus, Mısır ve Suriye bana organik gelirken Libya’daki ayaklanmaların mekanik ve metazori olduğu kanaatini taşıyorum. Tamamen Avrupa ve Amerika’nın manipülasyonları gölgesinde gerçekleşen doğru ve yanlışların iç içe geçtiği bir süreç yaşandı orada. Avrupa ve NATOgölgesinde bir zafer beni hiç heyecanlandırmadı. İşte bu çatışmalar devam ederken Avrupa Birliği ve Amerika, Ulusal Geçiş Konseyi’ni tek meşru muhatap olarak kabul etti. Onların Konsey’i tanımadaki alelaceleciliği başındanplanlanan bir operasyonun bana göre komuoyuna yansıyan aleni ilk işareti idi.

Daha sonra Rusya muhaliflere ve NATO saldırılarına önce karşı çıktı sonra da resmen tanıdığını ilan etti. Ruslar uluslararası sistemin bir parçası olduklarını ve bunun dışına çıkma gücünü gösteremeyeceklerini ilan etmişlerdi bununla. Kulaklarım yerkürenin yeni büyük aktöründen gelecek haberlere kilitlenmişti. Anayasasını sosyalizmin ilkeleri doğrultusunda hazırlamış olan Çin Halk Cumhuriyeti acaba ne yapacaktı? Pekin hükümeti Geçiş Hükümeti’ni resmen tanıdığını ilan ederek halkayı tamamladı. Eylül ayının ilk haftasında gerçekleşen bu tanıma olayı dünyanın tek bir cepheden ibaret olduğunun kanıtı oldu benim için. Ulusal Geçiş Konseyi’ni tanıyan son Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi unvanı Çin’e yakışmıştı.

İşte bu gelişmeler ışığında Afrika Birliği, Libya’daki olayı bir iç savaş olarak değerlendirip taraf olmadı. Ulusal Geçiş Konseyini tanımadı. Birlik’in üzerindeki Kaddafi etkisi nedeniyle böyle davrandığı Batı iddialarının medyaya yansımasına rağmen Afrika Birliği’nin Libya’daki çatışmaları farklı olarak ele alması beni olumlu etkiledi. Ocağına ateş düşenler olaylar dizisini anlıyor diğerleri sadece politik perspektifi önemsiyorlar diye düşündüm. Bir zalim diktatörün Batı bloku tarafından haklı bir zeminin arakasındaki Halk Hareketi maskesi altında halkının bir kısmını diğer bir kısmının üzerine salınarak devrilmesi hikayesi günlük popüler siyasete kurban gitmiştir.

Ancak Birlik’imiz baskılara dayanamayarak bu yazının yayına hazırlandığı sırada 20 Eylülde Konsey’i tanıdığını ilan etti. Başka türlü davranması artık mümkün görünmüyordu ama bir irade koyması ve bundan sonrada koyabilme ihtimali beni gelecek açısından az da olsa ümitlendirmişti. Ayrıca Afrika devrimine inanan okumuş, modern etiketlere haiz gençlerin zaman içinde bu organizasyonun tepe noktalarına gelecekleri ve süreci yönlendirecekleri ihtimalinin pek uzak olmadığını da gözlemleyebiliyorum.

Biri bu Afrika Birliği’nin ortak gücüne bağlı olan ve Avrupa’dan gelen bir yardım gemisinin gıda dağıtımı organizasyonunda yer alan iki askerin öldürülmesi Somali’deki durumun ne kadar giriftleştiğinin bir kanıtıdır. Otorite boşluğunun olduğu havzalarda doğan nice habis amaçlı örgütlenmeler olduğunu bilirsiniz. Hatta aynı boşluk nedeniyle karakteristiği bozulan cari örgütlenmelerin kirlenerek sürece eklemlendiğini de!

Pazar günü bitip pazartesi gününün başladığı vakitlerde gece 02,00 da hareket eden uçağımız beş buçuk saatlik bir uçuş sonrasında sabaha karşı 07,30 da Mogadişu’daki Aden Abdulle İnternational Airport’a vardı. Adının böyle fiyakalı olmasının fena halde bir yanılgı olduğunu birazdan siz de göreceksiniz.

Devlet organizasyonuyla kaldırılan Boeing 367 tipi uçakta iki yüzden fazla insan vardı. Uçaktaki insanlar Very İmportant Person salonunda buluşmuşlardı. Yeni dönemin bu çok önemli adamlarına şöyle bir göz gezdirdiğimde beni sebebini bilemediğim yoğun düşüncelerin sardığını gördüm. Türkiye’de bir şeylerin olduğunu görüyordum ama bu VİP salonunun manzarası nedense beni bir başka etkiledi. Şaşkınlığımı artık daha fazla gizleyemedim. Sempatik olmasına rağmen yüzünde soğuk bir eda olan ve TİKA’nın dağıttığı kırmızı boyunluklu yaka kartında Yönetmen olduğu yazılan dört kişilik ekibimizin üyesi Ali beye sordum. Büyük ağzı ve büyük burnunu birbirinden ayıran bıyığı uzayarak gülümseyen Ali bey Biliyor musun buradaki kişilerin neredeyse hiç biri kısa zaman önce bu salonun yerini bile bilmez ve hatta buradan devlet uçağıyla bir ülkeye uçacaklarını hayal bile etmezlerdi. Daha önemli olan ise, önceki dönem Kemalist askeri rejim personelinin, ayak takımının nasıl buralara kadar geldiğini düşünüp saçlarını başlarını yolmalarıdır dedi.

O saatlere kadar bekleyen sade ve ferah olan bekleme salonu personeli, büyük bir titizlikle misafirlerin her isteğini yerine getirmeye çalışıyordu. TİKA görevlileri oradan oraya koşuyorlar üstlendikleri organizasyonunun hakkını vermeye çalışıyorlardı. Yazımda bolca geçen bu TİKA, sizin halk arasında ve hatta kravatlılar arsında pek bilinen bir kurum değil farkındayım. Açılımı Türk İşbirliği Ve Kalkınma İdaresi olan TİKA’yı yurt dışında özellikle Türk ve Müslüman topluluklar ve bizim gibi Osmanlı bakiyesi ülkeleri iyi tanır. Yurt içinde tanınmamasının bir nedeni de kurumun faaliyetlerini yeni dönemde aktive etmesinden kaynaklanıyormuş. 1992 yılında kurulan; içe kapanık ve herkes düşman dış politika mantığının altında çürüyen kurumun yeni dönemdeki fetihçi heyecanla inkişaf ettiğini ve yurt dışındaki koordinasyon ofislerini fonksiyonel hale getirip sayılarını 26’ya çıkardığını Ali bey söyledi. Devamını yine Ali beyin öyle olmasını arzu ettiğini sandığım analiziyle dinleyelim: Bu kurum bundan sonraki Türkiye’nin dış politikasının ve hatta iç politikasının en önemli enstrümanlarından biri olacak. Türkiye’nin gelecek yüz yıllık siyaset sahnesindeki önemli devlet adamlarının TİKA bünyesinde yetişmiş olan kişilerden oluşacağını göreceğiz. Ayrıca bünyesinde önemli aksiyoner entelektüeller ve fikir adamları yetiştireceğine şahit olacağız.

Gerçek şu ki salondaki ve sonraki süreçteki organizasyonda göze batan bir dizi boşluğa rağmen görevli kadın ve erkek personelin içtenliği, çalışkanlığı ve TİKA’ya yeni atanan başkanın hemen herkese tek tek vakit ayırması benim gibi herkesin üzerinde pozitif bir etki bırakıyordu. Kalkınma idaresinin bekleme salonunda işin başında ellerimize tutuşturduğu bez çantayı tecrübelilerin hazine gibi bavullarının içine yerleştirdiğini görünce ekibimiz önce bir sarsıldı. Nereye gidiyoruz biz diye birbirlerinin gözlerine baktılar. Durum buradan oraya yiyecek taşıyacak kadar vahim değildir herhalde. Bu gezinin sıra dışılığı böylece kendini belli etmişti.

Yaşattığı duyguyu unutamayacağım bez TİKA çantasının içindekiler dikkatimi çekti. El temizleme jeli, seyahat bir günlük olmasına rağmen bu jel 20 gün yeterdi. Sinek savar ilacı, su, barbunya ve sarma (bildiğiniz sizin Anadolu sarması) konserveleri, meyve suyu, streçe sarılı iki ayrı dilim ekmek, ki bu ekmekler yeme zamanı geldiğinde testere ile kessen kesilmez kadar sertleşeceklerdi, galiba günün anlam ve önemi için özel seçim yapılmıştı ve gerektiğinde not alsınlar diye bir defter ve bir de siyah pilot kalem vardı. Yiyecekler ertesi gün öğlen yemeği olarak tüketilecek ve bu ukala Türk AVM’lerin gecekondu bölgeleri için hazırlamış olduğu kumanyaları andıran nevalenin Somali koşullarında kral yemeği olacağına herkes şahit olacaktı.

Uçuş vaktinin yaklaştığı sıralarda saat gece ikiye doğru yine tuhaf bir hareketlenme oldu, herkes yönünü VİP salonunun havaalanına geçiş kapısına çevirdiğinde salondan içeri giren bir gülümseme ile karşılaştım. Bu Dışişleri Başkanı Ahmet Davutoğlu’dan başkası değildi, ilk defa yakından görüyordum ve televizyonda göründüğünün tıpatıp aynısıydı. Beraberindeki heyetin uykusuz gözlerinin somurtkan hale getirdiği yüzleri yanında onun ısrarla her zamanki aynı mimik ve duygu yoğunluğuyla gülümsemesi ve daha cingöz görünmesini neyle açıklayacağımı bilemiyorum. O sırada Aytekin bey’in makineli tüfek kullanır gibi bir pratikle olağanüstü kamera hareketleri ve çekim telaşını görünce şaşırdım. Sakin bir zamanda sorduğumda bir kameraman, bazı kompozisyonların bir daha geri gelmeyeceğini bilmesi gerekir dedi. Kararlılığının altında ezilip nasıl yani? diyemeden sustum.

Koca cüsseli Boeing 367 uçağının Mogadişu havaalanına inişi sırasında çıkardığı gürültü beni hiç uyumadan içine daldığım düşüncelerden kopardı. Havaalanına değil de galiba bir tarlaya inmiştik. Alanın düz ve asfalt olmadığı kesindi. Yığınlarca çukurcuklar arasından geçtiğimizi anladık ve inince de gözlerimize inanamadık. Kemerlerimiz bağlı olmasına rağmen oraya buraya savrulmamak için ellerimizle de tutunmuştuk. Zaten 19 ağustosta Türkiye Başbakanı’nı getiren uçağın inişi sırasında havaalanına giren köpeklere çarpmamak için manevra yapıp kanadına zarar verdiğini basından okumuştum. Söyler misiniz, dünyada hangi havaalanında sorumsuz köpekler bu şekilde rahatça dolaşabilir? Apronda köpekler diye bağırıp bir yıl boyunca tef çalarlar. Uçağın tekerleklerinin yere çarpmasının oluşturduğu sarsıntı, bir inşaat el arabasının yüksekten aşağı bırakılmasını anımsattı bana. Biz de tekerleği sert plastik diğer kısımları saf demirden oluşan el arabasının içindeki bulaşık çimento torbasıydık. Başka bir durumda bu olanların izahı yapılamazdı ama burası Somali ve bizler gönüllü olarak buradayız düşüncesi herkese dişini sıktırıyordu.

İnişte heyecanımın verdiği duygusal zayıflıkla iyiden iyiye sarsıldım ben. Doktor adayı olmama ve anatomiyi bilmeme rağmen kalbin aslında ince bir iple göğüs kafesine bağlı olduğunu düşündüm. Yüreğimi dalından ayrılan bir meyve gibi kopacak hissettim. Kendime kızdım. Abartıyordum, herkes vatan hasreti çeker ve yaşamaya devam ederdi, bana ne oluyordu? Daha seyahatin başında bu haldeydim! Bir an önce kendimi toparlamam gerekirdi. Merdivenin uçak kapısına bitişik olan kısmındaki boşlukta etrafa baktığımda havaalanı, antik kent harabesi üzerini örten toprak alanı görünümündeydi. Bir ay önce de buraya gelenlerin Aytekin beye Havaalanının bu durumu şimdi daha iyi. Başbakan Erdoğan gelecek diye epeyi bir tadilat yaptılar dediklerini duydum. Cümlede kullanan epeyi kelimesinin yerel bir kullanımla çok fazla, bir hayli anlamına geldiğini de bu gezimin kazançlarına yazdım. Bitkin yolcular da Türk Hava Yolları için sıradan olan ama bu koşullarda Arap Melikleri uçağı tahayyülü yaratan alaşım yığınından inmeye başladılar.

Aşağıya indiğimizde, tuvalete en yakın yerde olan koltuğumun hemen önündeki engele sürekli bakmaktan dolayı gözlerimde oluşan buğulanma da geçmişti. Ki bence en kötü koltuk yeri, en az yüz kişi gözlerinizin önünde ve hemen yanınızda değişik davranış modelleriyle tuvalete girip çıkıyor. O koltukları yolcularınıza vermeyin kardeşim! Bu kardeşimli cümleyi sizin gibi kullanmayı hep çok istemişimdir.

Yolcuların gruplar halinde gerinerek kendilerine gelmeye çalışma manzarası havaalanını teslim aldı. Etraflarında Somalice gülümseyen ve iltifatla hoş geldin sırası bekleyen memleketlilerimin kimsenin farkında olmaması gücüme gitmedi değil! Şaka bir yana iner inmez çok disiplinli bir ortamın bizi karşılayacağı beklentisi mümkün olan en hızlı şekilde yerini beklenen disiplinin sadece bir temenni olduğu düşüncesine bıraktı. Bekleme salonunda kendi aralarında konuşarak bu beklentinin oluşmasını sağlayan sivil toplum kuruluşları görevlileri utansın. Somali’de yüksek dereceli güvenlik sorunu olduğunu, tehlikenin burnumuzun dibine kadar gelebileceğini ama merak etmemek gerektiğini, Türk istihbaratının orada önceden önlem aldığını, bu nedenle rahat bir ortamda gezimizi tamamlayacağımızı ifade edenlerin yüzlerinde mahcubiyet emareleri şavkımıştır sanırım.

Az ileride, yolcuları sabırla bekleyen şoförlerin yanından ayrılmadığı dört adet kadar servis minibüsü ve onlarca jeep bekliyordu. Bekliyorlardı ama hadi binin demiyorlardı, ne çok beklediğimiz cümleyi ne de o cümlenin evrensel davranış hareketini sergileyen vardı. Bizimkiler de ne yapacağını bilmeden uzun bir süre serseri gibi arabaların etrafında dolanıp durdular. Sonunda sıkılan bir Türk hadi binelim şu arabalara ya! diyerek bu kez gelişigüzel organizasyonun kitabını yazdı. Medeni cesareti yüksek olanlar jeeplere yöneldi. Bazıları da servislere doluştular. Somaliliyim ama sorduğum sorulara tatmin edici cevap verebilen birini bulamadım ki yardımcı olabileyim. Aytekin beyin öncülüğünde bizim çekim ekibi de hala boş olan bir jeepe bindi. Şoför bize gülümsedi. Ali bey onunla Arapça konuşmak istedi Aleykum Selam ve Elhamdulillahtan sonra diyalogdan herhangi bir randıman alamayınca yoruldu bıraktı ve kendi kendine söylenmeye başladı. Alnında yine boncuk boncuk sıkıntı terleri oluşmuştu.

Arabaların içinde uzun bir süre amaçsız bir şekilde bekledik. Kimse bir şey demediği gibi bir şeyde bilmiyordu. Her şoför bir diğerinden ilk hareketi bekliyordu. Dışarıda hala arabalara binmemiş olan yerlilerin oraya buraya sebepsiz yere koşturdukları o kadar belli ki. Garip olan şuydu, bu bir organizasyondu ama Türk tarafı da bu düzensizlik içinde kaybolmuştu, biraz ağır olacak ama tüm görevliler akvaryumunun dışına bırakılmış gibiydiler. Üstelik Türk heyetinin içinde TİKA başkanı, yeni atanan Somali Büyükelçisi, THYgenel müdürü Temel Kotil ve bazı milletvekilleri vardı. Burada güvenlik varsa tıpçı arkadaşların bolca yaptığı espri gibi ben de onların amiriyim!

Boğucu sıcağın etkisiyle ter damlaları yolcuların boynunun ön ve arkasından aşağı sızmaya başladı. Bu sırada servis arabaları hareket etti. Bir saniye, şu ilkokuldan arkadaşım Şarmake değil mi? Heyecanla camı açıp dışarı çıkmadan ona sarıldım. O da çok sevinmesine rağmen memur telaşından dolayı hızla uzaklaşmak zorunda kaldı. Demek iş bulmuştu. Güvenlik görevlisi olmuştu. İçime tarifsiz bir sevinç girdi. Çok yoksul bir ailenin en büyük çocuğuydu. Babasını bir sokak çatışması sırasında isabet eden serseri bir G-3 tipi tüfek kurşunuyla kaybetmişti. Talihsiz baba çarşıdaki tezgahına halden meyve taşıyordu. 6 yaşındaki çocuğunu da gidon ile sele arasındaki boşluğa oturtmuştu. Silah seslerini duyar duymaz çocuğunun ve arkasına denk vurarak yerleştirdiği meyvelerin ağırlaştırdığı bisikletiyle olay mahallinden uzaklaşmaya çalışmıştı. İki pedal daha çevirse taş yapılı köşeyi siper yapıp kurtulabilecekken sırtından girip kalbini isabet alan kör bir kurşun onu yere yığmıştı. Oğlu da başını evlerimizi yaptığımız sert blok taşa çarpmıştı. Meyveleri dağılan baba son nefesini verdiği sırada bu en büyük oğlunun, arkadaşımın adını söylemiş ve ruhunu teslim etmişti. 6 yaşındaki oğlu da az bir çırpınmadan sonra çarpmanın etkisiyle beyin kanaması geçirip hayatını kaybetmişti. Ailesi babanın ve oğulun cesedini yerlerinden on bir saat sonra kaldırılabilmişti. Dağılan meyvelerin ardından bakar gibi ölen baba tehlikeye rağmen karşı evden çıkıp yerdeki meyvelerden alabildiği kadarını alan çocuğu da görmüş olmalıydı. Ölürken hayır yaptığını düşünüp gülümseyip gülümsemediğini ve bu kara kaderin ne zaman son bulacağını düşünmeye fırsatının olup olmadığını aklımdan geçiririm hep. Arkadaşımı güvenlik görevlisi kıyafetiyle gördüğümde içimde oluşan tarifsiz sevincin kaynağı işte bu. Ailesine ekmek götürebilmesi. Ama aklıma birden nasıl olduysa meydanın düzensizliğinden yakınan ve bu nasıl organizasyon kardeşim. Ne yapıyorsunuz siz orda Allah aşkına! Hadi hareket etsenize, sıcaktan kavrulduk! diyerek birini paylayan arka gruptaki sesi anımsadım. İçime bir sıkıntı girdi, yoksa çıkıştıkları kişi bu arkadaşım mıydı? Sonra, nereden bilsinler öyküsünü diyip kendimi teselli etmeye çalıştım. Bilmiyor muydum, insan cinsi empatiyi ancak başkasının takdirini alabileceğini hissettiğinde yapar ve bazı türleri de ortam boşluğunda rolü görüp kahramanlık yapar. O sıcaklıkla yaptığı kahramanlığın adının ucuz kahramanlık olabileceğini düşünmez, bilmiyor muydum?

Merkezi bir komutla değil kendiliğinden oluşan bir koordinasyon itimiyle hareket ettiğimizi pek ala hepimiz biliyorduk. Hep birlikte marşlarına basılan arabalarının çıkardığı motor sesleri bir harmoni yarattı. Harmoni çünkü bineklerin tamamı Toyota marka idi ve benzer motor seslerine sahiptiler. Bu konu benim için sıradan bilgi iken yanımda oturan kamera asistanı Hakan’ın Aa baksanıza bütün arabalar Toyota marka! şaşkınlığını yaşaması bu bilgiyi sizinle paylaşmama neden oldu. Jeeplerin hepsi ya Land Cruiser Prado ya da alt ve üst modelleri idi. Türkiye’de bolca bulunan Rav 4 modellerini Somali’de göremezsiniz. Sebebini bana sormayın çünkü bilmiyorum. Servis minibüsleri yine Toyota, ya Hiace ya da Coaster. Az sonra yol boyunca güvenlik amacıyla bize eskortluk yapacak olan askerlerin bindiği araçların tamamın da Toyota’nın Work Mate olarak tanımladığı yine alt üst versiyonlu Hilux tipi pikaplardan oluştuğunu göreceğiz. Biz bunu Somali de olduğum zamanlarda yadırgamazdık. Bu kadar çok çeşit araba markası olduğunu ilk olarak Türkiye’de görmüştüm, kamera asistanının bizi yadırgaması gibi ben de o zaman sizi yadırgamıştım Abi ne gerek var bu kadar markalı arabaya demekten kendimi alamamıştım. Bu bana Japonlar size espri yapmış hani, onu hatırlattı. Fabrikasyon çekik gözlü bir tanesi İstanbul’a gelip pişkin pişkin hepiniz birbirinize ne kadar da çok benziyorsunuz demiş ya, benzer psikoloji işte.

Toyota arabaların yaygınlığı ve tartışmasız hakimiyeti sadece Somali’de değil Güney Afrika’dan Zimbabve’ye kadar bütün Afrika ülkerinde aynı şekilde. Japonlar niye gelip buraları konvansiyonel yöntemlerle işgal etsinler ve askerlerini göndersinler. Yeterince Triger Kayışı ve Balata transferi var. Amaç para kazanmak değil mi, niye ülkemi 1884’den 1927’ye kadar en adi şekliyle sömüren İtalyan salakları gibi önce fiilen işgal edip sonra gerisin geri çıkmak zorunda kalsınlar. Batı sömürüsünü hala bağırıp çağırarak ve düşman sayısını artırırken yaparken uzak doğulu Samuray’lar üstelik sempati devşirerek sessizce gerçekleştiriyorlar. Post kapitalizmin hiç bir farklı din, kültür, etnisite ve yaşam biçimine dokunmadan rafine programlarla geleceğini garanti altına alma çabalarının bayraktarlığı batının elinden çıkmış durumda. Ez cümle Japon harikasını talebelerin kullandığı kaliteli bir yapıştırıcı markası olarak görenlerin gelip bir Afrika kıtasını gezmeleri yeterli olacaktır. Bizde bir söz vardır, Afrika’da ve diğer Arap ülkeleri de dahil buna; yer gök Toyota!

Olağan üstü güvenlik önlemleri altında birbiri peşi sıra dizilen araçlardan yayık içindeki ayran gibi sallanarak yola koyulduk. Havaalanında sınırlı sayıda gördüğümüz askerlerin birden bire etrafımızdaki alanların tamamını kapladığına şahit olduk. Askerler diyorum aklınıza hazır kıtalar geliyor hissedebiliyorum çünkü sizde asker disiplinin tek referansı. Bu nedenle birazdan anlatacaklarımı bir süre şaka olarak algılayacaksınız. Arabaların içinde dışarı gözlemek için camları açmanız mümkün değil çünkü çölde kum fırtınası hareketliliği gibi bir toz bulutuna boğuluyorsunuz. Havaalanının çıkışından itibaren hiç asfalt yok. Yollar toprak. Yolların etrafını kaplayan alanlar da toprak. İzlediğiz hattın yol olduğunu önümüzdeki araçların o izi sürmesinde anlayabilirsiniz. Başka türlü sadece tahmin edebilirsiniz. Memleketimin koyu sarı renkli toprağının tozları zaten uçuşmak için bahaneye bakar. Yağmurun ender olarak suladığı ( niye belediye sulamıyor mu dediniz?) topraklarımızın tozları uçuştuğunda kapalı camları aşarak içeri nasıl girdiklerini düşünmek aklınıza gelmez, çünkü siz bu yeni dünyadaki taze heyecanlarla meşgulsünüzdür.

İşte bu toz kümelerinin doğal şekilde romantik bir sis perdesi arkasına aldığı görüntüleri, cam arkasından üç boyutlu olarak izleyen ekibimizin burunlarını ağızları ile bir olacak şekilde cama dayadıklarını görünce bir süre sustum. Büyük bir istekle dış dünyayı izliyor, oraya buraya bakıyor, birini bitiremeden diğer manzaranın başlamasına canları sıkılıyordu. Sağda solda olur olmaz yerlerden ortaya çıkan askerlerin durumu çok ilgilerini çekmişti. Konvoyun neredeyse en önlerinde olduğumuzdan gelişmeleri daha iyi gözlemliyorduk. Güvenliğimiz için askerlerin terk edilmiş, yıkılmış ya da boşaltılmış evlerin pencerelerinde dışarı fırlayıp bahsi geçen pikaplara doluşma sahneleri inanılmazdı. Birileri onlara hadi arkadaşlar Türkler yola koyuldu. Daha ne bekliyorsunuz diye bağırmış gibi koşuşturuyorlardı. Bazıları da buna rağmen gecikmişlerdi. Hareket eden pikabın arkasından elindeki eski teknoloji silahla koşan ve son bir yekinmeyle pikaba tutunan askerlerin halini yönetmenin hatıratından yaptığı tanımlamayla vereyim: Akçadağ’da pancar tarlasında Fahri Memur’a ( ki düşünce suçundan Zeki beyle birlikte Malatya cezaevinde yatıyorlarmış maalesef. Bu Türkiye sahiden çok ilginç bir yer, bilmeyen şu sıra düşünce suçundan içeride kimsenin olmadığını sanır) yardım eden arkadaşların öğlen yemeği için hareket eden Massey Ferguson traktörün arkasından koşup römorka atlamaları gibi.. Askerlerin asker olduklarını ellerindeki silahlarından anlıyorsunuz sadece. Afrika Birliği askerlerinin üniformaları var, Somalili askerler ise mahalleli gençlerden oluşmuş adeta. Sakallı olanlar var ama sakal bırakmanın örneğin İran askerlerindekinin aksine hiçbir nizami yanının olmadığını söylememe gerek yok. Giysiler tamamen birbirinden farklı. Gerilla grubunun dağdan yeni inmişi gibiler, onlarda bile tahmin ettiğim kadarıyla bir kararlılık ifadesi etrafı deler geçer. Bizimkiler kendilerinden geçmişler hatta bazılarının içi geçmiş gibi. Acaba bazılarının ayaklarında gördüğüm botlar bu sıcaklıkta ayaklarını haşlıyor, ondan dolayı mı melul melul bakıyorlar?

Pikapların son fotoğrafı şöyle oluyordu; yaklaşık yedi sekiz kişi ayakta ortada duruyor. İki kişi arabanın sağ ve sol uçlarına tutunarak önlerini güya kontrol ediyorlar. İki üç kişi de arkaya bakan yükseltiden ayaklarını aşağı sarkıtarak yüzleri bizlere dönük olarak güvenliğimizi sağlıyorlar. Bu şekilde üç Hilux ön tarafımızda telaşa kapılmış bir şekilde oyuncak araba gibi hareket ediyor. Önemli bir şey yaptıklarını ancak abartılı hız hareketleriyle gösterebilecekleri düşüncesinde oldukları uzaktan bile hissediliyor. Bir sağa bir sola direksiyon kırıyorlar, yol kenarında düzensiz ve özensiz bir şekilde yerleşmiş olan diğer askerlerin varlığını hiç önemsemeden ve onların hiç bir işe yaramadıklarını hissettirircesine çarpayazdıkları sokak kenarlarındaki insanlara yüksek sesle bağırarak çekil anlamına gelen işaretler yapıyorlardı. Onlar da üzerlerine aniden kırılan direksiyonun korkusuyla can havliyle iyice duvara yaslanıyor ve manasız gözlerle araba iyice uzaklaşıncaya kadar izliyorlardı. Bu kadar telaşın koparıldığı güzergah boyunca yığınlarca insanın kortejin iki tarafındaki kaldırımlar (pardon arabaların geçtiği geniş patika yolların evlere ve dükkanlara yakın kısımları demek istemiştim) daki varlığı tehlikenin istediği zaman var olabileceğinin göstergesiydi.

Gideceğimiz yer Mogadişu Deniz Limanı Misafirhanesi idi. Havaalanından uzaklığı yaklaşık 4 km olan Mogadişu limanı misafirhanesi güvenlik amacıyla seçilmişti. Şehirden kopuk ve etrafı boş olduğu için tehlike fobisi olanlara bile kendini rahat hissettirebilen bir yerdi. Tanımlanmış bu rot boyunca yüzlerce kez çukurlara girip çıkılıyordu. Yol üzerindeki dört çarpı dörtlerin bile geçmeye cesaret etmedikleri daha büyük çukurlar nedeniyle şoförler, yolun diğer kenarına kadar manevra yapıp aynı çizgiye geliyordu. Bu slalom hareketlerin taşıdığı tehlike kimsenin umurunda değildi. Önemli adamlar havası bizde de tesirini göstermeye başladığı için bizim de umurumuzda değildi.

Yol boyunca yerel kıyafetler içindeki halkı izledik durduk. Renk renk şallar, geniş kesimli egzotik, vücudu hapsetmeyen elbiseler içindeki kadın ve erkeklerin kıyafeti modern toplumlardaki kıyafetlere hiç benzemiyordu. Nasıl ki toprağımızın rengi, ağaçlarımız, iklimimiz, müziğimiz, evlerimize kullandığımız malzemeler ve mimarimiz benzemiyorsa bunun da benzememesinden daha doğal ne olabilir? Bu duruma içten içe seviniyordum. İlginç bir şekilde Ali bey de ne güzel, bu insanlar yerel kıyafetlerini kravat ve kotla değiştirmemişler. Özgün ve özel kültürlerini umarım her şeye rağmen korurlar deyivermez mi! Sizinle bir fikrimi paylaşayım, bana göre şimdi fakir olan ve eskimiş kıyafetler giyen bu insanlar gün gelip varlıklı olduklarında bu kıyafetlerinin güzelliğini birileri, şu an dudak bükenler dahi anlata anlata bitiremeyecektir. Daha ötesi, aslında fakirlik Kapitalizm’in tüketiciliğine direnen en güçlü damar. Sakın Batı bu nedenle bize yardım seferberliği başlatmış olmasın. Bir koy on al. Arap Baharı gibi tatlı bir tabirle esrikleşen ve körükleyici güç olan ya da devrimlere çok sevinen Batı! Tahrik edeyim, sırf bunun için bile yoksulluk aksi bakışla bir lütuf. Yoksa Daltonlar’ın hapishane elbiselerinde olduğu gibi ya da Dalmaçyalı’lar gibi tek bir tipin hem mana hem şekil olarak esiri olacak dünya. Hayalimi süsleyen günleri ve yavanlaşan dünyanın değişerek otantik ve folklorik renklerini yeniden kazanmasını görmek isterim. Biz siyahları geriliğin ontolojik varlıkları olarak gören çağdaş dünyanın bir gün değişeceğini düşünmek bile heyecan verici!

Etrafımızdaki insanlar, kahverengi-siyah arası kavruk bir sima renginin içinden göz akının ayırdığı siyah gözlerle, hangi işi yapıyorlarsa bırakmış bize doğru bakıyorlardı. Zaman zaman benzin istasyonlarına da rastladık yol boyunca, diz kapağınıza gelecek ölçülerdeki kalın plastikli mavi renkli su bidonlarının içine konulan yakıtlar neredeyse yolun ortasına yerleştirilmiş. Kirden renklerini kaybeden bidonlar üst üste konularak yatay olarak istiflenmiş. Sorumlu kişi sandalyede otururken yardımcı personel olan iki ya da üç çocuk bir kaç bidonu üst üste koyarak iskembe yapmışlar. Kaldığımız süre zarfında daha kaliteli bir benzin istasyonu göremiyecektim. Bu istasyonlar bayilik almış gibi birbirlerine benziyorlardı. Ancak gördüğüm kadarıyla buradaki bayilik sistemi daha gelişmiş. Görevlilerin oturma şekilleri ve yoldan geçenlere bakma biçimleri konusunda da bir standart belirlemişler; tıpatıp aynılar! İmkansızlığın françhazingi böyle olurmuş demek ki!

Felaket tellali olmak istemiyorum, ülkemin durumunu abartarak anlattığımda her hangi bir maddi ya da manevi kazancım olmayacak. Sadece uzun bir aradan sonra geldiğim ve hasretiyle yandığım ülkemin bir günlük ziyaretinde gördüğüm fotoğrafı sizinle paylaşıyorum. Aden Adde havaalanından liman misafirhanesine kadar uzanan ve başkentimiz Mogadişu’nun tam ortasındaki en büyük caddesi olan Maka Al Mukarram’ın halini detayıyla anlatıyorum ki ülkemin hali pür melalini bu sosyal parça üzerinden gözleriniz önüne serebileyim. İş bu caddenin etrafında yer alan ve bir zamanlar mamur olan evlerin, dükkanların ve çarşıların neredeyse tamamı iç savaş nedeniyle harabeye dönmüş durumda.

Bizim evimiz bu caddeye çok yakın bir sokak arasında idi, ondan biliyorum. Al Mukarram caddesine çok yakın olan İskoolpolisya Mahallesi’nde oturuyorduk. Evimiz Hamar Jajab Sokağı’nın caddeye daha yakın tarafında bulunan ağaçlık alanın arkasında yer alıyordu. Telefonda seyahat teklifi yapılır yapılmaz aklıma geldiğini söylediğim yer burası. Çocukluğum bu ağaçlık alanda geçmişti. Ekibimize de işaret ederek gösterdiğim bizim Geed KaroobGeed Booc Booc ve Geed Hindi diye adlandırdığımız o ağaçlara az mı tırmandık. Ağaçtan ağaca geçiş yapma yarışının tadına mahallenin hiçbir çocuğu doymazdı. Hele de uzun ve ince olan ağaçların tepesinde tüm Somalili çocuklar gibi uzun ve ince olan arkadaşlar peş peşe yukarıdan aşağı doğru dizilerek sonrada tek bir komutla aynı anda ayaklarımızı salarak ağacı yay biçiminde eğmemiz çıldırtırdı bizi. En zevkli oyunumuz buydu. Büyüklerimizden en büyük fırçayı da bu oyunumuzdan sonra yerdik.

O arkadaşlarımdan biri bu 10 Haziran 2011’de vuku bulan ve Eş-Şebap örgütünün üstlendiği intihar saldırısı patlamasında öldü. En zeki ve en hayat dolu olan arkadaşımız imkansızlık nedeniyle üniversiteye gidememiş, ailesini geçindirmek için de gündelikçilik yapıyordu. Şehadetinin daha bir ay öncesinde beni telefonla arayarak bir aylık kızının olduğunu ona ismini benim koymamı istemiş bende ona isim olarak Maryan’ı önermiştim. Ah sen ne iyi bir insandın Cali(Ali)! Seni asla unutmayacağım ve adını burada anma fırsatı bulduğum için ön ayak olanlara sonsuz minnettarım. İntihar saldırısı polis karakoluna çok yakın bir yerde tam da okulumuzun karşısında patlamıştı. Türk televizyon kanallarından CNN’den de izlediğim bu patlama da toplam 17 kişi ölmüş birçok kişi de şarapnel parçalarının etrafa saçılması nedeniyle yaralanmıştı. Ekimize evimizin yerini işaret ettiğimde çok duygulanmama rağmen gözyaşlarımı tutmuştum. Ama okulu onlara gösterdiğimde boşaltıldığını ve eğitim verilemeyecek kadar harabeye döndüğünü önceden bilmeme rağmen kendimi tutamadım, sözler boğazımda diken oldu ve nöbet nöbet ağlamaya başladım. Mogadişu’nun o meşhur Alhikma Okulu yok olmuştu. Benim gibi nice Somalili çocuğun anıları ve geleceklerinin yok olduğu gibi. Galiba ben buna ağladım! Okulumuza, geleceğimize ve her biri bir tarafta telef olan arkadaşlarıma ve değişik yapılanmalar içinde yer alma durumunda kalarak birbirine düşman olan mahalleli kardeşlerime.

Zihninize ancak gördüğünüzde kabul ettirebileceğiniz ülkemin bu manzarası ben terk ettiğimde asla böyle değildi. Geri olan ülkem zaman içinde daha büyük bir geriliğin pençesine düşmüştü. Ben dahi gözlerime inanamadım. Kaldı ki birlikte geldiğimiz ekibimiz Ali bey, Aytekin bey ve kamera asistanı kocamış yaşlı insanlar gibi söylenmeye düştüler. Olağanüstü üzüntülü olduklarını görebiliyordum. Bana da yürekleri çok yanmıştı. Öyle ki hiçbir teselli cümlesi kurmak istemediler. Sadece Aytekin bey ellerimi sıktı. Ağlamamak için kendini sıkıyordu, anladım. Ali bey yine üzüntüsünü karın ağrısı çeken bir adam edası içinde yaşıyordu.

Not düşmeden geçemeyeceğim bir şey daha var; yol boyunca evlerin hemen yanı başında ve cadde ve sokakların iki adım yakınında boş alanlarda biriktirilmiş çöp yığınları yıllardan sonra çöp adacıklarına dönüşmüşlerdi. Bakıyorsun şöyle, akıl-hafsala olanları algılamakta zorlanıyor. Ama bir süre sonra insanın o meşhur kanıksama özelliği devreye giriyor ve devrelerin yanmasına engel oluyor. Sürecin bir parçası olduğunda her şeyin daha iyi olacağı Polyannacılığını dayatarak sıkışmış psikolojiyi pek ala rehabile ediyor.

Dört kilometrelik yolu tamamlayıp araçtan indiğimizde ekibimiz derin bir nefes aldı. Pik yapmış zihinsel çatışmalarından oluşan sıcaklığın yerini soğumaya bıraktığına şahit oldum. Zıt duygular arasında ki bu geçişler ne çabuk gerçekleşiyordu. Olsun insanız, birbirimizi anlamalıyız, nasıl ki onların içimdeki devrimci ateşin hiç bitmeyeceğini anlamalarını bekliyorsam! Liman misafirhanesine girdiğimizde beklentilerimizi tamamen sıfırladık. Güvenlikte bu zaafları gösteren yönetimin liman içindeki ortamı düzenleyeceğini zaten beklemiyorduk. Ama oturacak bir sandalye grubunun olmaması, kim kiminle ne yapacağı karmaşasının bu kadar zamanımızı alacağını, hükümet yetkililerin yapması gereken hizmetlerin bir tanesinin dahi adamakıllı gerçekleşmeyeceğini hesap edememiştik. Beklentiler dibi bulup sıfırlanınca ortamda gözle görülür bir rahatlama oldu.

Benim gözüm bu arada ısrarla sürekli THY genel müdürü Temel Kotil’e kayıyordu ve bir de yeni büyükelçi Yeryüzü Doktorları Derneği yöneticisi Cemalettin Kani Torun’a; ikisini de canlı olarak ilk defa bu seyahatte görmüştüm ama Temel beyi ayrıca ekranlarda da görmüşlüğüm vardı. Bu zirve seviye mülayim, beyaz tenli, mütevazi ve çıt kırıldım iki insanın sabrını merak ediyordum. Dayanamaz kesin bayılırlar diye düşünüyordum. Ama galiba yanılmışım. Üstüne Temel bey her zamanki gibi ince bıyığını yayarak gülümsüyordu. Ya insanın bu kadar sıkıntılı yolculuktan yüzüne yansıyan hiç mi bir emare olmaz. Son zamanlarda siyaset sahnesinde bolca gördüğüm bu kişiler bir binadan içeri girip çıkarak aynı oluyorlar gibi. Öyleyse bu binayı kim inşa etmiştir, özelliği nedir ve hangi mahallenin adres kütüğüne kayıtlıdır. Ahmet Davutoğlu’na fiziğiyle ve bıyığıyla da benzeyen Temel bey nasıl oluyor da sürekli aynı enerji yoğunluğuyla ve aynı mimikle gülebiliyordu. Sahi Türkiye’de neden bu kadar fazla farklı grup fabrikan çıkmış gibi aynı giyerler ve aynı bıyık bırakırlar. Oysa ülkenizin ekranına bir genel bakış attığımızda her şey tek düze, geçişli ve soft görünüyor. Az biraz tozunu alıp detaya indiğimde yüzüme çarpan katı eski ayrımlara şaşırıp kalıyorum. Sizi bilmem ama ben bu ince bıyık modasından vazgeçtiğinizde kendimi daha iyi hissedeceğim.

Abdi diye seslenen Aytekin bey, Mogadişu belediye başkanının geldiğini ve bana ihtiyacı olduğunu söyledi. Mogadişu Eyalet Valisi ve Belediye Başkanı(!) -ünlem işaretini niçin koyduğumu bu kadar anlatıdan sonra sizlere bırakıyorum – kendisiyle röportaj yapan Türk ve Somali’li haber ajanslarının mikrofonlarına büyük bir istekle konuşuyordu. Israrla tekrar ettiği şeyi sizinle paylaşmak isterim. Bu bilgi haber ajanslarınızın kayıtlarında da mevcuttur. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, 19 Ağustos 2011’de Somali’ye gerçekleştirdiği ziyaret, dünya ülkelerinin dikkatini ülkemize çekti. Erdoğan’ın ziyareti, çok mübarek (ifade aynen kendine aittir) bir ziyaretti bizim için. Kendisine olan minnettarlığımızın ifadesi olarak Mogadişu’nun en büyük caddesinin adını ‘Erdoğan Caddesi’ yapacağız. Somali’de 20 yıldır yaşanan karmaşanın ardından bu ziyaret yeni bir dönem açtı. Ziyaretin ardından 3 hafta içinde İngiltere, İsviçre, İspanya, Norveç, Danimarka gibi çok sayıda Avrupa ülkesinden üst düzey yetkili hemen Somali’ye geldi.

Türkiye işbirliği ve kalkınma İdaresi TİKA bu organizasyonu Somali’de Bir Günlük Teknik İnceleme şeklinde tanımlamıştı. TİKA organizasyonu ile Somali’ye giden 200 kişilik bu heyetin bulunduğu ortama gecikerek ve kalabalık bir koruma grubuyla gelen başbakanımız Abdi Veli Muhammed Ali’yi yeterince sıcak bulmamak beni üzdü. İyi şeyler söyledi tabi ki ama ne bileyim misafirlere adetimiz gereği belediye başkanımız gibi daha güler yüzlü davranabilirdi. Ayrıca akşama kadar süren ağırlama süresince misafirlerimize sadece muz ve su ikram etmelerini de çok yadırgadım. Hatta nedense kendi kendime utandım. Belki biliyorsunuz bizim bölgede yemekten önce herkes mutlaka bir iki adet muz yer bunun sindirimi kolaylaştıracağına inanılır. O nedenle misafirlerimiz ne yedi ki muz ikram edelim. Kendimi misafirlere karşı bir açıklama yapma ihtiyacı içinde bile hissettim. Aslında ben de misafir sayılırdım ama burası benim birinci vatanım. Ama etrafıma baktığımda hiç kimsenin yüzünde bu anlamda manalı bir bakış sezmeyince saatler sonra kendime geldim. En çokta ekibimiz elemanlarının çocuklar gibi bir muz daha kapmak için yaptıkları girişimler ve şaklabanlıklar beni tamamen rahatlattı.

Farklı sivil toplum kuruluşları ekipleri Somalili ilgili yetkililerle odalara çekilerek saatlerce süren münazaralarda bulundular. Sonra havaalanına dönüş saati kararlaştırılarak herkes bağımsız davranmaya başladı. Bizler de Kardeş Eli adlı programın Somali konulu haber belgesel bölümünün çekimlerini tamamlamak için Somali devlet hastanesine doğru yola çıktık. Limandan hastaneye gitmek için kendi başımıza hareket edemeyeceğimizi önümüze gelen herkesten duyduk. Kendi olanaklarımızla gidebilirdik ama güvenlik engeline takılıp vakit kaybedeceğimizi ve herhangi bir aksilikte bizi buraya getiren TİKA grubunu zor durumda bırakacağımızı fark edince orada yerleşik olan bir yardım kuruluşunun yetkilileriyle temas kurduk. Bu kadar netti her şey. Oradaki her birey ansızın bir patlama olabileceğine inanıyordu. Öndeki arkadakinden, yandaki benden şüphelenme hakkına sahip olmuştu. Çünkü anlamı olmayan bir zamanda ve aynı anlamsızlıktaki bir mekanda trajik öykülü bir Somalilinin intihar saldırısına kurban gitmek içten bile değildi.

Bu nedenle Kimse yok mu Derneği gönüllüsü Bilal Nuh beyin bize tahsiste yardımcı olduğu jeepe bindik, sağ olsun. Ancak bu da yeterli değildi, bir Somalili askerin bize eşlik etmesi gerekiyordu. Kamera ve tripotumuzun iyice daralttığı arabada beş kişiydik ve hiç yer yoktu. Ama askerin gelmesi gerekiyordu. Bu şarttı. Bir baktık asker basık olan bagaja kendini zorla yerleştirdi. Şaşkın gözlerle kendini izlediğimizi hiç umursamadı. Silahının ucunu güç bela aracın arka camına dayadı. Biz onun dar bagaja sıkışmasını değil 40 dereceye yaklaşan sıcaklıkta hiç yakınmadan durabilmesini anlamaya çalıştık. Bu asker nerden geldi derseniz; Bilal Nuh bey çok rahat bir tutumla arkadaşını çağırır gibi kapıda nöbet bekleyen askerlerin arasından onu bize sorumlu yaptı. Ne hava yapmışlar bu Türkler burada böyle. Aynı havayı yol boyunca geçiş engellerinde göstereceğimiz yaka kartımızdaki küçücük bir kare içindeki Türk bayrağında da görecektik. Bilal Nuh beye ne asker itiraz etti ne de etrafındaki diğer nöbetçiler. Hatta gelen asker kimseden izin alma gereği bile duymadı. Asker bizim araba nereye giderse oraya gidecek kendini nerede bırakırsak oradan itibaren başının çaresine bakacaktı. Hastaneye giden yollar o kadar kötü ki çukurlara inip çıkmaktan ve toz toprakta Ali beyin midesi kalktı biraz durmamızı istedi. Zaten bu hep bir bahaneye baktığını görüyordum. Siz yol boyunca askerin çektiği çileyi düşünün bir de. Tabi ülkemin zora alışık cengaverleri ekibimizin asfalt çocuklarına benzeyecek değildi. Sorumlu asker dönüşümüzde de bize eşlik edecek benimle bile hiç konuşmayacaktı.

Somali’nin en büyük hastanesi olan Banadir Devlet Hastanesi oldukça kalabalıktı. Hastalar koridorların hijyen yasaklı koridorlarına çökerek ya dinleniyor ya da sıra bekliyorlardı. Türkiye’den gelen doktorlar kendilerine ayrılan bölmelerde uzun kuyruklar oluşturan hastaları sırayla muayene etmeye çalışıyorlardı. Bir taraftan da Türkiye’den Somali’ye yeni ulaşan ve tamamı hibe olan tam teşekküllü kullanılmamış modern ameliyathane techizatı kamyondan indiriliyordu. Yapılan röportajda Türkiye’den gelip burada çalışan doktorların bir dizi tespit ve birçok isteklerini dinledik. Önerilerinden en fazla ilgimi çeken, Somali’deki soyadı sisteminin olmamasının sağlık alanında yaratığı büyük güçlüktü. Doktorlar, birileri Somali’ye yardımım dokunsun istiyorsa öncelikle bu soyadı sisteminin oluşturulması hususunda girişimlerde bulunsunlar ya da teşvik etsinler. En öncelikli ve yararlı yardım aracı budur. Bu konuda bir katkımız olursa kendimizi vazifelerini yapmış bahtiyarlar olarak hissedeceğiz dediler.

Ülkemin en büyük hastanesini ziyaretten sonraki perişan halimize, sağlık ve diğer alanlardaki akut hastalıklarımıza bir kez daha tanıklık ettim, kara kara düşündüm. Sayılamayacak kadar çok hastanın bulunduğu Somali’de yeteri kadar hastane zaten yok, kafi derecede doktorun olabileceği akla gelmeyecek kadar uzak bir ihtimal. Son 60 yılın en büyük kuraklığını yaşayan ülkemde Türkiye’nin birçok ilinden giden doktorlar gibi Adanalı doktorlar da sağlık taraması yapıyorlar. Adana Sağlık Mensupları Derneği üyesi doktorlar Somali’de kalıcı çözümler üretilene kadar dönüşümlü olarak bu ülkeye giderek sağlık hizmeti vereceklerini açıklamışlardı. Bunu burada gözlerimle görme imkanı buldum. Yardım dernekleri ve Türkiye İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı aracılığıyla kurulan sahra (çadır) hastanelerde görev yapan benzeri hekimler 10 günlüğüne ülkeme geliyorlarmış.

Doktorlar, antibiyotik, pediatri ilaçları, ishal ve sıtmaya karşı mücadelede kullanılacak ilaçları da yanlarında getirdiklerini ve bu ilaçların burada denizde kum misali olduğunu ifade ediyorlar. Seyahatten önce mahrumiyet bölgesi Somali’de antibiyotik ilaçları ile bir çok tedaviyi gerçekleştirebileceklerini düşündüklerini ve buraya geldiklerinde ise şaşkınlıkla yanılmış olduklarını, buradaki Somalili doktorların yeterli olmayan eğitimleri ve imkanları nedeniyle antibiyotiklerin her şeye mebzul miktarda ve bilinçsiz olarak kullanımı ile bu ihtimalin tükendiğini anlattılar. Bunu anlattıklarında Somalili doktorlara karşı eleştirel bir hava oluşmasından da ayrıca rahatsız olmuşlardı. Yıllık izinlerini kullanıp koordineli olarak bölgeye giden bu fedakâr doktorlar bizi bırakmak istemediler. İçleri ve ağızları dolu olan hekimler anlattıklarının ulusal bir televizyon kanalında belgesel programı olarak yayınlanacağını duyunca sevindiler. Doktorlarla yaptığız kayıt altına alınmayan sohbette hastane ortamından ne denli olumsuz etkilendiğimizi, imkansızlığa ve insanların bu sefil yaşamlarına kahrettiğimizi ve dayanılmaz duygular içine girdiğimizi ifade edince bize , siz o zaman çadır yaşamlarını görmeyin. Oradaki sıra dışı yaşama hiç dayanamazsınız dediler.

Bir şey daha benim dikkatimi çekiyor, Türkiye’de bir grup insan var kendilerini neredeyse dünyada olan biten her şeyden sorumlu hissediyor. Duruveren ancak yeri geldiğinde kurulmuş bir alarm gibi açığa çıkan bu içgüdüsel davranışınız fazlasıyla ilgimi çekiyor. Bir vazife gibi ülkenin ve dünyanın meselelerine ciddi ciddi kafa yoruyor yetmiyor bir de üstüne kahroluyorsunuz. Somali buna bir örnek. Değişik kuruluşlardan yüzlerce çeşit karakter, düşünce ve tipolojideki insanlar ülkeme gelip hiç yakınmadan akrabalarıyla ilgilenir gibi çalışıyorlar. Nedir bu, anlamadım doğrusu. Bazılarınız Afganistan’a yardıma giderken uçağın düşmesiyle ölürsünüz, bazılarınız Gazze’ye yardım gemisinde Furkandiye gencecik çocuğunuzu şehit verirsiniz, bazılarınız da ülkenizde ve diğer yoksul bölgelerde hiç kimsenin olmadığı ortamlarda dahi bin bir sıkıntıya katlanıp özverilerde bulunursunuz. Geçenlerde tıpta bir arkadaşım Filistinli olup da Küdüs’teki Mescidi Aksa intifadasında 19 yaşında iken içeri düşen Oslo barış(!) anlaşmasıyla İsrail’e teslim edilen ve unutulan Gassan adlı devrimci mahkumun çocuğunun böbrek yetmezliği nedeniyle tedavisini nasıl gerçekleştirebileceği düşüncesinin kendini paraladığını görünce koptum. Neyiniz var sizin, iyi misiniz? Bakar mısınız şu doktorların derneklerine verdikleri isme; Yeryüzü Doktorları Derneği! Köyü, ili, ülkesi, bölgesi hatta kıtası kesmemiş tekmili birden yeryüzü! Bir de hepiniz böylesiniz. Sanıyorum İslamcılarınız yeryüzünde fitneden eser kalmayıncaya kadar buyruğunun henüz tamamlanmadığına, muhafazakarlarınız fetihlerin iki ayrı cephedeki rövanşlarının gerçekleşmediğine, miliyetçileriniz ki bazen hepinizin az çok böyle olduğu duygusuna giriyorum, Selahattin Eyyubilik, Tuğrulluk ve Sultan Mehmetlik armalı gönderinizin al zeminli beyaz hilalinin her yerde dalgalanmasının bir gün mutlaka gerçekleşeceği inancını taşıyor. Ne diyeyim, bilinçaltınız da bir sorun var, mütmain değil huzursuzsunuz, kıvışıp durduğunuzu görmemek için kör olmak gerekir. Size bu dünya devrimi aşısını yapanın kim ya da ne olduğunu antropologlara havale ediyorum.

Hastane çekimleri planladığımızdan daha fazla bizi oyalandığı için kamplara gitmemiz gecikti. Bu durum aslında işime geliyordu. Gerçekten o insanlık dramının en tepe noktasının yaşandığı kamplarımızı bir kez daha görmek istemiyordum. Bir ay boyunca hastalanmış gibi bitkinleşeceğimi ve ruhumda yapacağı tahribatın üzerimdeki etkisini tamamen atmak için aylara ihtiyaç duyacağımı biliyorum. Kamplara gidilmemesi için içimden sürekli olarak Allaha dua ediyordum. Duam nispeten kabul edilmişti. Sebebini bilmediğim ekip kararıyla ben de dönen uçakta olacaktım. Görüntü yönetmeni ve kamera asistanı bölgedeki diğer yardım ve hizmet faaliyetlerini ve Somali genel görüntülerini çekmek için bir hafta daha kalacaktı. Ben de Ali beyle birlikte Türkiye’ye dönecektik. Plana göre ekibimiz otele geçecek biz de diğer yolcularla birlikte içerisine girmeden bulunduğu yere varıp ilticacı kampına dışarıdan göz atıp havaalanına geçecektik. Ekibimizin burada kalanlarıyla sarılarak vedalaştık. Sarıldık çünkü gerçek anlamda güvenlik zafiyetleriyle dolu ülkemin tam ortasında savaş muhabirleri atmosferinde onları savunmasız ve yalnız bırakıyorduk.

İlk gelenlerin psikolojisini alt üst eden ülkemdeki bir günlük gezinin sonuna doğru yaklaşıyorduk. Kampların içine geniş kafilenin hiçbir arabası girmedi, çadırları dışarıdan izledik. Harabeliğine yandığımız ülkemin bir de, şehrin uzağında olmayan, bozuk yollarının yakınına kurulmuş kamplarını görmek her zaman kötünün de kötüsünün olduğunun yeni bir kanıtı. Çadır diyince, iki farklı algı doğuyor benim zihnimde. Türkiye’de gençler, içinde çadırın geçtiği bir sohbeti zevkle dinliyorlar ve tatili anımsatan bu güzel muhabbete aktif katılım sağlayarak esrikleşiyorlar. Yemesi, içmesi ve giyinmesinde neredeyse hiç bir problem yaşamayan Türk insanını yeşil ve mavi hayallere uçuran çadır özgürce tatil yapmanın adı olmuştur. Ülkemde ise çadır demek tutsaklık demek, tükenişi tamamlanmış (sevdiğiniz tabirle gazı bitmiş fitili yanan) hayatın uzatmalarının yaşandığı bekleme salonu demek. Sizin çadırlarınız, birinci kalite çadır bezinde, onlarınkine şu bezi demeniz mümkün değil, onlarca farklı koruma naylon ve çaput parçalarının bileşiminden ibaret. Birinin demir aksamı galvanizli profil borudan imal edilmişken diğerinin tahta aksamı bile yok adeta. Kumdaki çadır, su geçirmez ve haşere girmez süper kalite komple tabanlı iken, topraktakinin tabanı komple arzdır. Varlık çadırının tabanı PVC’dir, yokluk çadırınınki en yakın sıcak iklim ağacının yaprakları. Şanslılar, fermuar aksamının çift elçekli kilitlenebilir özelliğinin ayrıcalığını yaşarken, mültecilerin tek ayrıcalıklarısadece ölüm olacaktır. O da süründürmeden gelmemektedir.

Sadece uzaktan tek bir bakışın, bu benzersiz insanlık dramının boyutunu tahmin etmeye yettiği yerden hızla uzaklaşmamıza sevinir olmama inanamıyorum dedi Ali bey. Açlık ile pençeleşen nice bebeğin, çocuğun, yaşlının ve ebeveynin küçülen bedenlerinin ters enerjisiyle büyüyen başlarındaki en büyük organa dönen ve bir yiyecek beklemenin zamanla büyüttüğü gözler, evet vücudun diğer uzuvlarındaki enerjiyi kendine çeken o gözler ikinci kez dönüp bakamayacağınız kadar ağır bir trajedidir. Hayat sen bunu insan soyuna yaparak neyin öcünü almaktasın! Bunu çevirerek söyleyecek olursam; bir gün Afrika ruhu gücünü toplayıp öç almak istediğinde ona hayır, haksızsın sen! diyerek kim karşı koyabilir? Öyle ki benim de içinde bulunduğum bir grup duyarlı devrimci Afrika gençliği, Afrika öfkesinin zamanı gelip taştığında bu trajediyi herhangi bir karşı cepheye yaşatma potansiyeline sahip olduğunu konuşuruz, neye yarayacaksa!

Beynimden yüreğime inen duygusal geçiş damarlarının en büyüğüne verdiğim isim o; Maka Al Mukaram Caddesi. İşte bu zaman tüneline dönerken engebeli ve çukur yolun kuru topraklarının ısınmış ve marka yazılı lastiklerle buluşmasından kaynaklanan tozları tekrar yutmaya başladık.

Bu kez servis minibüsüne binmiştik. Arabamızda bir dizi insan vardı. Yol boyunca arkamdaki insanların duygulu ve nemli gözlerle halkı izlediğini gördüm. Az sonra o inanılmaz davranış şeklini tekrar edeceklerini tahmin edemezdim. Kampa ilk ulaştığımızda yaptıklarını, yanımıza aceleyle yaklaşan kampın umutsuz geleceğine, çocukların üzerine zulalarındaki öteberileri fırlatmışlardı. Yaklaşık on beş kadar çocuk çığlıklar atarak yumuşak toprağa düşen öteberiye ulaşmak için dizlerini kırdı. Her an yok olacak bir şeyi biran önce kapıp elinde tutmak için çırpınan elbisesiz, tek elbiseli ya da yırtık çift elbiseli çocukların o telaşları minibüs içindeki insanları tarifsiz elemlere gark ederken ülkemin geleceğinin tavuk ailesi gibi başını toprağa eğip yiyecek bulmaya çalışmasının ben de yarattığı infiali atlatmaya kelime bulamıyorum. Yaptıkları bu hareket çok gücüme gitmesine rağmen acelemiz olduğu için bu yiyecek verme tarzını istemeden tercih ettiklerini düşündüm. Ancak şimdi yine aynı yöntemi kullanarak sokaktaki insanlara büyük küçük ayrımı yapmadan hem de albenisi yükseltilmiş plastik muhafazaları olan yiyecek ve içecekleri atıyorlardı. Ve hemen ardından kulaklarına ulaşan çığlık seslerinin şehvetiyle acı içinde tekrar kendilerinden geçiyorlardı.

Türkçenizi gördüğünüz gibi yazabilmeme rağmen bir türlü düzgün kullanarak konuşamıyorum. Daha ziyade kendi çabamla yazarak ve dinleyerek öğrendiğim dilinize bir türlü dilim dönmüyor. Ben de pes ettim, bir gün konuşmak için beni tutan şeyin yorulacağını ve ondan sonra kendiliğinden yazdığım gibi konuşmaya başlayacağımı düşünüyorum. Bu nedenle o kişileri No, No! deyip emperyal taşıyıcı dilin hayır”ıyla engellemeye çalıştım. Ama yiyecekleri attıkları insanlarla aynı ırk tipolojisinde olan bana melankolik gözlerle bakarak hiç bir şey söylemeden aynısını yapmaya devam ettiler. Baktım benim aklımda geçenlerle zerre kadar ilgi kurmuyorlar, yanlarında belki de kendileri için hazırladıkları yiyecekleri büyük bir özveri ve gönül huzuru içinde onlara atıyorlardı. Bunun aşağılatıcı bir şey olduğunu haykırarak anlatabilsem bile minibüsün içinden taraftar bulamayacağım duygusuyla yenik bir şekilde geri çekildim. Anlamazlardı, çünkü ; çocuklar ve zaman zaman büyükler seviniyorlardı daha ne olsundu? Üzerlerine yiyecek atılanlar memnun gerisinden kime ne! Yazık ne kadar da ihtiyaçları var! İnsan olana bu yapılır mı, biz orda keyif çatarken! diyerek, içten içe dövünüyorlardı.

İnsan öyle saçma bir varlık ki kuşların atılan buğday tanelerine gelmesi gibi yiyeceğe aynı cebir üzere saldıran insan manzarasından diğer şanslı insan grubu nasıl rahatsız olmaz ve bundan nasıl olur da utanmaz! Bizim maruz kaldığımız sefaletin bir gün sizin de başınıza geldiğini varsayalım ve size yaptığınızı yapalım. Sizin aklı başında olanlarınız bunun büyük bir dramı derinleştiren ve ne istenilen ne de kaçınılabilen ama rezil bir hareket olduğunu fark edecek ama eli kolu bağlı olarak kalacaklardır. Ah fasit döngü! Açlığın, hastalığın, sefaletin ve gelişmemişliğin kader olduğu inancını tepemizde Demokles’in kılıcı gibi sallayan kısır devinim, be alçak çevrim! Biz sadece sana düşmanız, başka kime çatalım da rahatlayalım.

Siz birine sevginizi verirken hoyrat davranıyor musunuz ki maddi şeyleri yardım amacıyla uzatırken fütursuzluğunuz makul olsun. Vermenin de kendi adabının olduğunu bilmiyor musunuz? Biz Afrika’nın devrimci gençleri olarak bu yaptıklarınızı kınıyoruz, bu şekilde verdiğiniz hiç bir yardımı istemiyoruz. Bırakın çocuklarımız onurlarıyla yaşamaya devam etsinler. Yılın herhangi bir gününde kısa bir zaman diliminde tesadüf ederek suratlarına doğru attığınız o yiyeceklerin olmadığı 364 gün 23 saat onları kim besleyecek? Onlara yiyecekleri atmazsanız daha huzurlu olacaklarını bilmenizi isterim. Renkli renkli jelatinler içinde attığınız o yiyecekleri sadece bir seferliğine alacaklar ayrıca da arkasını getiremeyeceksiniz. Hayrın tahribatı, duymuş muydunuz daha önce bu kavramı? Ben bunu ülkeme yapılan uluslararası bilinçsiz ve hoyrat yardım biçimlerinden sonra keşfettim. Açlık dürtüsü karşısına çıkan her dürtüyü bastırdığı için insanlarımız onurlarını zedeleyen davranışlara olan tepkilerini erteliyorlar. Bu duygu çatışmasının size pek yabancı olduğunu kabul edin. Helikopterlere koyarak yükseklerden aşağılara atılan yiyecek manzaralarının yaşadığı olayları hatırlıyor musunuz? Kimler bu davranışlardan ne devşiriyor bilmiyoruz ama bir gün zorunlu imiş gibi yapanların maskelerinin düşeceğine inanıyoruz. Yiyeceği o muhtaç yüzlere doğru atmayın. Ne menem dünya nimetlerinin olduğunu ama onların buna ulaşamadıklarını beyinlere sokmak ve onları bu düşünce içinde ezmenin daha iyi bir yolu var mı dersiniz!

Söyler misiniz acaba siz kendi vicdanınızı mı rahatlatıyorsunuz! İstanbul Atatürk havaalanına inen uçağın içindeki hastaları bir görüntü karesi için on beş yirmi dakika bekleten yardım kuruluşu gönüllüleri, siz de olanları bir kez daha düşünün. İstanbul’un kaliteli hastanelerinde tedavi ettirilmek için ta oralardan Ankara aktarmalı yorucu bir yolculuk eşliğinde Somalili hastaları getirdiniz. Onların herkes indikten sonra uçağın içinde bekletilmeleri bana göre doğru bir hareket değildir. Kamaranızın kayıt düğmesine senaryosuz doğal haliyle bassaydınız kayıt ıslığı denen sorunlar mı başınıza gelirdi? Üstelik ambulansın geldiği esnadaki hareketliliğiniz ve merdivenin uçak kapısına bitiştiği yerdeki artistik duruşlarınız aşağıdan İstanbul Hatırası pozlarını anımsatıyordu, iyi çıkmış mıyımız? O görüntü arşivinizde yer almasa ne eksilir? Müslüman kişi iyiliklerini saklar. Soru; o zaman müslüman referanslı kişilerin oluşturduğu kurumlar ne yapar? Ayrıca İstanbul’a dönüş yapan ekibimizin görüntülerinde yer alan bir büyük şehir belediyesi yardım organizasyonunun görevlilerinin davranışını izlediğimde de tekrar kahrolacaktım. Kayıtlarda yer alan ve sıraya dizilmiş halkımın zavallı ve bitkin görünümlü yaşlı ve çocuklarının eline daha iyi kamera görüntüsü elde edilsin diye biçimsiz bir şekilde tutuşturulan paketlere uzananlardan bir kadına öyle itilerek davranılır mı? O kadın kendinden kaynaklanmayan ve sizin aranızdaki kararsızlığınızın eseri olan bir pakete masumca uzanıyor. Ne kadar ayıp! Eğer yardım gibi kutsal bir davranış, olabilir ya zamanla seni yorduysa dinlen. Ya da orayı terk et eminim yerine en güzel şekilde dağıtım yapacak yüzlerce muhsin insan bulunur. Unutulmasın ki muhtaca vermek kadar onu incitmemekte erdemliliktir. İkisinin bir arada olmadığı durumlarda yapıp ettiklerinizin boşa gideceğini kim bilir kaç kez okumuş ya da dinlemişsinizdir.

Bu düşüncelerden başımı kaldırdığımda Ali beyin rahatlamış yüzünde parlayan iri gözlerine yakalandığımı fark ettim. Gezi boyunca bu adamın sempatisini engelleyen bir sıkıntısı var deyip durmuştum. Haklı çıktım uçakta fenalaştı, on bir kere istifra etti. Beş saatlik yol boyunca karnını tutup durmuştu meğer seyahatten önce gittiği memleketinde şebeke suyundan zehirlenen bilcümle mahalleliden biriymiş, telefonda öğrendi. Demek suratında gördüğüm ablaklık vücudunun mikroplara direnme serüveninin nişaneleri imiş. Özüne dönen gözbebeklerine yüklediği anlamda benimle aynı fikirde olduğu izlenimini aldım. Bu paylaşım garip bir şekilde beynimin ve bedenimin üzerindeki bir şelek yükün kalktığı hissini yaşattı bana.

Ayrılık vakti gelince söz uzatılmaz. Özetle önce beş ayrı bölgeye bölünerek güç kaybına uğradık biz. Sonra 1991’de iç savaşla dinamik olan her şeyimizi tükettik. Ansiklopedik ve dolaşımdaki paket bilgileri ciddiye almayın, bunun suçu bizde değil. Sonra uluslararası IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarla zaafa düştük. Hayvancılığımızı ve tarımımızı onlar sabote ettiler. Esnafımız her iki ticaret alanını terk etmek zorunda kaldı. Sözde tavsiye metinler, eylem planları ve destekleme düzeyi en yüksek koruma politikalarıyla bizi sanayileşmeye yönlendirdiler. Gerçekliğimizden uzak saçma sapan masa başı doktora tezlerinin gölgesinde üstelik devalüasyon önererek paramızın değerini düşürtüp dışa bağlı hale getirdiler. Sürekli olarak hastalığın kaynağına değil sonuçlarına yönelik palyatif çözümler geliştirdiler. Hayvancılık ve tarım orta vadede bize rahatlıkla yetiyordu, ülkemin kaynaklarının bu kapasiteye sahip olduğunu herkes bilir. Tarım ve hayvancılığın bitmesiyle (örneğin bir zamanlar Avrupa’dan Kanada’ya pek meşhur olan Somali keçisi etini artık duyabiliyor musunuz artık?) iyice zayıflayan ülkemin ekonomisi son yüzyılın en büyük kuraklığının yaşamasıyla beraber kendini taşıyamaz hale geldi. İnsanlarımız yaşayabilmek için bölgelerini terk edip bir umutla göç ettiler. İşte o meşum göç dalgası makus kaderimizin ve küre karşısındaki zavallılığımızın çarpıcı yüzü oldu. İnsanlık ayıbı mülteci kampları böylece ülkemin dört bir yanına bir ur gibi yapışıp kaldı. Ülkem kortizon boca edilip ölümü kolaylaştırılan hasta muamelesi görerek tümörü ile birlikte yaşamak zorunda!

Beş ayrı sınır çizgisi içinde birbirimizden kopuk yaşıyoruz hala. Bayrağımızın üzerindeki mavi zemine gömülü beş dallı yıldız manasız değil. Beş ayrı Somali parçasının birleşimi arzusunun alameti o. Etiyopya’da kalan Ogedan bölgesi, Cibuti’de kalan bölge, Kenya’da kalan bölge, İtalyan bölgesi ve İngiliz bölgesi, görüyor musunuz masa başında başımıza örülen çorapları. Ama bayrağımızdaki beş dallı yıldız dalgalandıkça bizleri kimlerin sömürdüğünü ve bu hale getirdiğini unutmayacak ve lanet onların üzerinden kalkmayacaktır. Aç, biilaç ve yetim ülkemin bir gün buğday başakları gibi dizlerinin üzerine doğrulacağına inanıyor ve en azından o süreye kadar mücadeleme devam edeceğime yemin ediyorum.

Ülkeme yaptığım bir günlük sürpriz gezinin bendeki sarsıcı etkisini ve çağrışımlarını Ali beyin ricasıyla özetleyerek ve dolu dolu oldu.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s