İnsanın insana yaptığı kötülüğün boyutlarının nerelere ulaşabileceğini görmek için siz de haritada üzerinde Somali yazılan Afrika’nın ülkemsi ülkesi Somali’ye, olay mahalline gidin.
Asırlar önce Kuran Kerim, Mekkelilere hitap etmişti.
Karada ve denizdeki fesat, bozgunluk insanların bizzat kendi yaptıkları nedeniyle çıktı (1)
Bunca zaman geçmesine rağmen insanoğlunun yapısında bir değişme olmadığı ve belki olmayacağını yüreğinde hissetmek isteyenler hayalet kente dönmüş Somali’nin başkenti Mogadişu’yu ziyaret etsin.
Hint okyanusunun en uzun sahiline sahip ülkesi ton balığı bolluğuyla bir zamanlar denizciliğin en gözde ülkelerden biriymiş. Yine şimdiki bu çorak ve ot bitmez topraklarında hayvancılık ve tarım, hem ülke ekonomisini ayakta tutuyor hem de yeterli derecede dış ticaret yapmaya olanak sağlıyormuş.
Somali’nin karasında ve denizinde kim bilir belki de dünyanın en büyük bozgunculuğu, ifsadı yaşanmış. Dünyanın en eski medeniyetlerinin de üzerinde kurulduğu ülke İngiliz, Fransız ve İtalyan, (evet) BM ve sonradan ABD sömürgeciliğiyle talan edilmiş.
Kenyalı Profesör Ali A. Mazrui’nin veciz şekilde tanımladığı gibi diğer Afrika ülkeleri gibi Somali Teknik açıdan modernleştirilmeden büyük acılarla batılılaştırılmaya çalışıldı. (2)
Sonraki süreçte de iç çatışmalarla ülke kendi içine çökmüş.
Siz elinizdeki atlasın sayfalarını çevirerek Kuzey Afrika’da boynuz şeklinde hem fiziki hem siyasi olarak bir ülke var diye hesap yapıyorsunuz ama o ülke fiziken de siyaseten de fiilen de şu an yok!
Kuraklık, güvenlik sorunları, yer altı ve yer üstü zenginlikleri ellerinden alınan, özellikle uluslar arası rekabete dayanamayarak hayvancılık ve tarım alanında kalkınması engellenen Somali şu an dünya kamuoyunda zavallı bir ülke konumuna düşürülmüş durumda.
Bir de bazı daha zavallılar, Bütün Müslüman ülkeler bu şekilde hep geri kalmış ya! şeklinde huşu ile kendi kendilerine konuşmazlar mı?!
Başkent Mogadişu, iç savaş ile I. ve II. Dünya savaşlarını anlatan resimlerde gördüğünüz tarumar olan ülkelerin durumundan daha kötü bir halde.
Yönetim ile büyük bir halk tabanına sahip olan El Şebab’ın savaşı ve Afrika Birliği askerlerinin El Şebab’ı bahane ederek şehri altüst edişinin hikâyesi inanılır gibi değil.
Sarı kumlar ülkesi Somali’de 1991 yılından bu yana bir merkezi hükümet bulunmuyor.
Birleşmiş Milletler’in desteklediği geçici hükümet, Somali’nin büyük bir kısmını kontrolü altında tutan El Şebab örgütüne karşı mücadele veriyor.
Uluslararası haber ajanslarının bir önceki cümlede El Şebablı haberi verme kurgusu bire bir bu şekilde. Ama başka bir kurgu daha var; El Şebab halk hareketi İslam’ı referans alan yapısı nedeniyle uluslararası konjonktürde izole edileceğini bildiği için merkezi hükümeti devirmekten çekiniyor. Somali’de kabul gören görüş de bu zaten.
Bir zamanlar her ülke gibi bir ülke olan ve yakın geçmişin mamur başşehrinin neredeyse bütün evleri yıkılmış durumda. Başkentteki insanlar 20 yıldır süren iç savaş nedeniyle apar topar evlerini terk ederek kaçmışlar. Binalar şu halde oturulması mümkün olmayan bir durumda.
Şehrin tamamına yakınının böyle olduğuna inanmakta zorluk çektiğinizin farkındayız.
Bu terk edilen evlere güneyden gelen, kıtlıktan, yoksunluktan ve güvenlik sorunlarından kaçanlar yerleşmiş. Yerleşimciler kaçarlarken yanlarına hiçbir şey alma şanslarına sahip değildi. Zaten bir şeyleri yoktu. Hala da hiçbir şeye sahip değiller.
O metruk evlere ilk gelenler ilk bulduklarına yerleşmişler. Bu büyük ayrıcalığa(!) sahip olamayanlar ekranlarda sıkça görülen çadırlarda hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar.
Özellikle Türkiye’den giden nice dış yardımlara rağmen açlık konusunda henüz ciddi bir mesafe kat edilmiş sayılmaz.
Daha önce ekranlarda ve fotoğraflarda gördüğü açlık, sefalet ve sağlık sorunları görüntüleri ile kendini iyice hazırlamış olan turistler ve gönüllüler bile çadır kentleri, çadırımsı barınak merkezlerini ziyaret ettiklerinde insanlığından utanmakta.
Karşınızda, profesyonel olarak dekor edilmiş bir plato içindeki, oldukça gerçekçi karakterleri oynayan halkın bulunduğu yüksek bütçeli bir filmin çekim seti olmadığını fark ettiğinizde iliklerinize kadar sarsılıyorsunuz.
O manzarayı orada olmayan birine anlatabilecek kelimelerin hâlihazırda yeryüzünde kullanımda olan 3000′e yakın dilin hiç birinde var olamayacağını anlıyorsunuz.
O, bütün bir yedi kat göğü, dünyayı ve varlığın kendisini saniyeler içinde sorgulayan zihniniz inanılmaz bir şey yaparak, en başarılı özeti dilinize döküyor; Allah, Allah!, Orası ne burası ne!
Hayallerde bile kurgulanamayacak bir atmosfer içinde gerçekte var olup olmadığınızı anlamak için yavaşça eğilip çadırımsıları örten bezlere dokunuyorsunuz. Yırtık pırtık bezlerle gelişigüzel hazırlanmış çadırların kalabalık aileleri içinde barındırdığını fark ediyorsunuz.
Yapamamanız gerekeni yapıyor başınızı eğip çadırın kapısından içeri bakıyorsunuz. Ne göreceğinizi bekliyorsanız
Sadece boşluk, bir avlu, etrafı çaputlarla kaplı bir oda.
Kanepesiz. Yataksız. Televizyonsuz. Buzdolapsız. Çamaşır makinesiz. Bulaşık makinesiz. Mutfaksız. Lavabosuz. Musluksuz. Prizsiz
Bir manzara resmi dahi yok! Hatta bir sürahi, bir makas!
Hatta kokulu bir sabun bile yok(!).
Yerde sadece toprağı kapatan bir örtü var, o kadar.
Birbirine en fazla iki metre yakınlıkta binlerce çadırın birada olduğu müteaddit kümeler halinde yaşamlarını uzun yıllardır burada sürdürüyorlar.
Çaresiz, zayıf, bakımsız, aç, sefil, avurtları çökük, ümitsiz, hayalsiz, geleceksiz on binlerce genç, ihtiyar, kadın, çocuk ve bebek burada yaşıyor.
Kaç yıllardır buradalar, daha ne kadar süre burada böyle bekleyecekler bilmiyorlar.
Kendi başlarına o meşum girdaptan çıkmaları da olanaklı görünmüyor.
Herkesin aklında aynı sorular: Neden, niçin, nasıl, ne zaman, ne şekilde, kimler, nerede, kaç tarihinde?
Zihinler, bu soruların cevabını o an alıp bir anlam dünyası yaratamazsa gereğinden fazla şişirilerek patlama sınırına gelen balon gibi sert bir baskı altında kalıyor.
Sonraki süreçte, Hayır olamaz, nasıl olur, bu böyle olmamalı diyerek kahredeceğiniz, söveceğiniz, gönül koyacağınız ve saldıracağınız argümanları belirliyorsunuz, seçiyorsunuz.
İçinizde fırtınaların koptuğu, hayata bakışınızın artık sonsuza kadar değişeceğini ve Somali varken sen sen değilsin diye düşündüğünüz son kertede bir mucize vuku buluyor.
İnsani mucize!
Bu mucizeyi yaratan küçük bir cümle: Hadi ayrılıyoruz buradan arkadaşlar sözü.
Bu cümle az önce içinde bulunduğun girdaptan seni çıkarıyor. Hızla kafilene katılıyorsun.
Artık sen alışmış bir insansın. Normal, adi bir insan. Her şeye olur diyen ve her şey olur diyebilen bildiğimiz insan.
Artık acıma vakti gelmiştir.
Karşısında gördüğü sefaleti yaşayan insanlar için bir şey yapamayacağını hissedince ya da bunun için insanlığa ders olsun diye kendini yakmamaya karar verince, kaypak ve değişken seciyeli insan, yeni bir psikoloji geliştiriyor: Acımak.
Aşırı infial hali ve Nihilizm içinde oluşan çaresizlik sizi merhamet(!) sahiline atıyor.
Kendinizi kurtarmak için ışık hızıyla acıma hali evresine geçiyorsunuz.
Aklıma Nietzsche’nin Deccal isimli eseri geliyor. Neredeyse kitabının tamamını Batı toplumunda ve Hıristiyan kültüründe gördüğü çarpık acıma duygusuna ayırdığını hatırlıyorum.(3)
Bireysel ve toplumsal çözümsüzlüğe götüren sağlıksız acıma hissinden iğrendiğini söyleyen Nietzsche’ye dünyanın gerçek yüzü Somali’den selam gönderiyorum.
Mırıldanıyor insanlar: Zavallılar, ne de kötü durumdalar!, Allah yardımcıları olsun inşallah!, Bir şeyler yapmak gerekir abi bunlar için.
Bunlar için
Karşıda gözlerinin içine bakan bir Somaliliyi ağızlardan dökülen hiçbir söz kümesi, bu iki kelime kadar incitmemiştir.
Bir şeyler yapmak gerekir bunlar için.
Az önce dehşete düşmekten perişan olan ve kendilerini çaresiz hisseden beyaz konuklar daha onlardan daha Somalili idiler. Şimdi ne oldu da birden bire değişiverdiler. Az önce onlardan bir parça oluverenler nasıl kendilerini diğerleri kıldılar.
Somalililer konuklarının bu değişken ruh halini hiçbir zaman çözemedi.
Aklı güçlü bir Somalili mırıldandı bu kez:
Neden bunlar Allah’ım, neden bizler bunlar olduk! Neden onlar yanımızda değil ve suçumuz olmamasına ve rengimiz hariç her şeyimiz aynı olmasına rağmen neden biz onların yanında değiliz?!
Sanıyorum semadaki Melekler yaşamlarının hiçbir döneminde bu kadar çaresiz kalmadı.
Bu feryadın eziciliği karşısında kulaklarını kapadı.
Utandılar.
Sorumlu olarak yeryüzünün bilumum arkaik tanrılarını işaret ettiler, olmadı.
Kadim tanrıları işaret ettiler, olmadı.
Melekler bu kez Âlemlerin Rabbini işaret etti.
Lütfen bu soruyu O’na sorun dediler.
İzaha yeter mi bilmiyoruz ama diyerek; büyüklerin, sömürücülerin ve güç sahiplerinin zayıf bıraktığı, tükettiği ve yok ettiği birey ve kitleleri (Mustazaf) anlatan ayetleri okudular.
Yağmur yağmaya başladı/melekler ağladı.
Direnmeyi, sabretmeyi, çabalamayı, yardımlaşmayı, kenetlenmeyi, yeise düşmemeyi, duayı ve imtihan araçlarını anlatan ayetlerle devam ettiler.
Tilavetlerini seslerini yükselterek okudukları gelecek sosyolojisine işaret eden bir ayet ile tamamladılar.
Zalimler nasıl bir devrimle yıkılacaklarına kendileri de şahit olacaklar! (4)
Melekler son söz olarak, Bizi yok bilin, bundan sonraki olası diğer bütün sorularınızı yine O’na sorun dedi.
Notlar:
1- Kuran-ı Kerim, Rum suresi, 41. Ayet Meali, (düzenleme ve çeviri bana ait)
2-Samuel P.Huntington, Medeniyetler çatışması Ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Okyanus Yayınları, Sh.101
3- Friedrich Nietzsche, Deccal Hıristiyan Karşıtı, İlya yayınları
4- Kuran-ı Kerim, Şuara Suresi, 227. Ayet Meali, (düzenleme ve çeviri bana ait)
5- Videonun hazırlanmasında emeği geçen Haber10.com editörü Oğuzhan Arkan’a ve fotoğrafların kurgulanmasında Mihraç Can Bakıner’e teşekkür ederim.