Sadece İyilerin Ruhu Donar

İki hastabakıcı Hatay Antakya Devlet Hastanesi’nin röntgen odasının karşısından koşar adımlarla çıktılar. Hızla açılan kapı sonuna kadar açılarak duvara sert bir şekilde değdi. Duvara çarpan kapı sesi iki hastabakıcının yüksek sesini fazlasıyla bastırmıştı.

Bir şeylerin yolunda gitmediği belliydi.

Doktorlar önce yerde yatan 28 yaşlarındaki gence yöneldi. Uzun boylu, Erzurum burunlu, Rıdvan Dilmen saçlı gencin beyaz yüzündeki bütün kanlar çekilmiş köstek gibi kaskatı kesilmişti.

Duvar ile ranza arasına çömelmiş olan diğer kişi de öylece orada duruyordu. Hastabakıcının uyarısıyla doktorlardan biri nihayet ona yöneldi. Tehlikeyi görünce yuvarlak olarak kendini kapatan canlılar gibi her şeyini bacakları ve kolları arasına almıştı.

Diğerlerinin yardımıyla biraz zorlanarak ranzaya yatırdılar. Dilini yutmuş gibi hiçbir şey söylemiyor boş gözlerle boşluğa bakıyordu.

Beyni hiçbir komut vermiyordu belli ki.

O da arkadaşı gibi aynı yaşlardaydı. Gür kıvırcık saçlı, sarıya çalan beyaz bir teni vardı. Yüz şekline bakılırsa Ege’li olmalıydı.

Odada onlarla birlikte 9 yaşında bir kız çocuğu ve 13 yaşında bir erkek çoğu vardı. Bu çocuklar Suriyeliydiler. Halep’teki iç çatışmalar nedeniyle evleri yıkılınca Suriye’den kaçarak Türkiye’ye sığınan talihsiz mülteci ailelerden ikisine mensuplar.

Kız çocuğu, gönüllülerin kurduğu sınıra çok yakın çadır hastanesinde sırtına isabet eden bir şarapnel parçası nedeniyle tedavi görmüştü.

Erkek çocuğu, üzerine düşen mobilya bloğunun sağ ayağının parmaklarını adeta kökünden koparması nedeniyle tedavi altına alınmıştı.

Karın, sırt ve yan boşluk bölgelerinde oluşan ağrıların sebep olduğu yoğun şikâyetler nedeniyle daha kapsamlı bir tedavi için yardım gönüllüsü bu iki genç tarafından özel olarak Hatay Devlet Hastanesi’ne getirilmişlerdi.

Kız çocuğunun gözlerinde korku vardı ama sakindi, sürekli hapşırıyordu. Ondan büyük olmasına rağmen erkek çocuğunun ürkek bir yapısı vardı, olayın etkisiyle sürekli ağlıyordu.

Zaman sonra çocukları fark eden başhekimin mimikleri aklına gelen şeyi dışarı yansıttı. Yakın olan ranzada yatan gençlerden birinin palto cebine uzandı. Elini ilk soktuğu cepte bir kart bulan doktor 5 inçlik Galaxy Grand Samsung cep telefonunu çıkarıp gördüğü numarayı çevirdi.

Doktorun telefonundaki mekanik ses duyulacak kadar dışarıya taşıyordu. Odaya sessizlik hakim olduğu için konuşulanlar anlaşılabiliyordu.

Karşıdaki bir bayan sesiydi; “İstanbul Yardımlaşma Ve Dayanışma Derneği …. buyurun. Evet, hem Taner hem Ferhat ikisi de sınırda bizim adımıza yardım gönüllüsü olarak çalışıyor. Hemen bölgedeki diğer yardım gönüllüsü arkadaşlarımıza ulaşıp size de bilgi veriyorum.”

Gerçektende biriki saat sonra farklı derneklerden gelenlerle birlikte on kadar yardım gönüllüsü hastaneye ulaştı.

Aynı dernekten olanlar önce doktorlarla görüştüler sonra hastabakıcılarla.

Döndüklerinde yüzleri kaskatı kesilmişti. Suskundular. Diğer arkadaşları “n’oldu?” diye sorunca sadece dudak büktüler. Aralarında konuştuktan sonra “tamam öyle yapalım” diyerek iki gruba ayrıldılar.

Farklı derneklerden olanlar iki Suriyeli çocuğu yanlarına alıp mülteci kamplarında ikamet ede(meye)n ailelerine teslim etmek üzere yola çıktılar.

Aynı dernekten olanlar hastanede kaldılar.

Halepli erkek çocuğu mahallesindeki birçok çocuk gibi Türkçeyi anlıyor ama konuşamıyordu. Suriye’de bu tarz mahalleler çokmuş.

Çocukları kampa götüren araçta yardım gönüllüleri Taner ve Ferhat hakkında konuşuyorlardı.

Taner mali müşavirdi. Erzurumluydu. İşyeri İstanbul’daydı. Yardım derneğine gönüllü olarak yazılmıştı.

Suriye’deki olaylar nedeniyle aç-susuz, perişan vaziyette Türkiye sınırına yığılan binlerce Suriyeli için harekete geçmişti.

Arkadaşı Ferhat ise Manisalıydı. Avukatlık bürosu vardı. Taner ile üniversiteden arkadaştılar. Marmara Üniversitesi’nde başlayan arkadaşlıkları her geçen gün biraz daha pekişmişti.

Birbirlerini çok seviyorlar birbirlerine “kardeşim” diye hitap ediyorlardı.

Çevrelerine daima neşe saçarlardı. En olmadık durumları bile eğlenceli hale getirebiliyorlardı.

Yardım gönüllüsü olarak hizmet edenlerin en cesur olanları arasında yer alıyorlardı.

Türkiye sınırından içeri giremeyerek Suriye tarafında kalan mültecilerin sorunları Türkiye içindeki mültecilerden daha büyüktü.

Oradaki mültecilerin neredeyse hiçbir şeyi yoktu.

Suriye sınırları içindeki sığınmacılara yardımın ulaşması da çok güçtü. Oraya yardım götürmek için büyük riskleri göze almak gerekiyordu. Can tehlikesi had safhadaydı. Keskin nişancıların hedefi olmak işten bile değildi.

Taner ve Ferhat işte bir de bu nedenle kendi ve diğer derneklerdeki yardım gönüllülerin takdirini kazanmışlardı. Suriye içindeki mülteci kamplarına gidebilen ender kişiler arasındaydılar.

Zaman zaman herkesi saran tükenmişlik duygusu onlara hiç uğramıyordu.

Mülteci çocukların perişan hali onları derinden sarsıyordu. Çok yorulmuşlardı. Aylardır bin bir güçlük içinde çaba gösteriyorlardı.

Uluslararası destek neredeyse hiç yoktu.

Suriye’de Suriye ordusu ile birlikte İran ve Rus askerleri de savaşıyormuş.

Çin, Esad rejiminin kalmasını istiyormuş.

Avrupa kararsızmış. Devrimi desteklediğine dair söylentiler yayıyorlar ama hiçbir şey yapmıyorlarmış.

Amerika başkaldırının radikal Müslüman birliklerin ve İhvanı Müslimin’in kontrolünde olduğunu düşündüğü için uzak duruyormuş.

Türkiye ve Mısır gibi ülkelerin desteği yoğun olmasına rağmen asla yeterli olmuyormuş.

Türkiye ve Mısır devletleri yetkilileri “uluslararası duyarsızlık nedeniyle ellerimiz kollarımız bağlı” şeklinde açıklama yapıyorlarmış.

Hatta Diyanet İşleri Başkanlığı’na gittiklerinde çok istemelerine rağmen gerekli olan hizmet faaliyetini yapamamalarının sebeplerini dinlediklerinde çok şaşırmışlar.

Bu da Suriye devrimini yalnızlaştırarak daha fazla kanın akmasına, daha fazla sivil halkın ölmesine ve Suriye şehirlerinin daha fazla tahrip olmasına neden oluyormuş.

Orada insani yardımların bütün yükü neredeyse sivil toplum örgütlerinin sırtına kalıyormuş.

Bu da bu organizasyonu yürüten fedakâr gençlerin belini büküyor, gücünü tüketiyormuş.

Taner ile Ferhat belki de bu yoğun yorgunluk nedeniyle rahatsızlanmışlardı.

Aracı süren kasketli şoför araya girdi “bir de ümitsizlik de var tabi abi. Süre uzadıkça uzuyor!”

Hiç konuşmayan kısa boylu ve çok tatlı yüzlü diğer bir ağabey de söze girdi.

“Geçenlerde diğer kamplardaki arkadaşlarla haberleşmiştik.

Havanın soğumasıyla birlikte kamplardaki inanılmaz derecede olan sıkıntıları biliyorsunuz.

Çadırların insanları soğuktan koruması mümkün değil. Yardımlar zaten az. Giyecek ve yiyecek sorunu bitmiş değil. Çadırlarda insanların ısınma araçları yok, soba yok, odun yok.

Hiçbir şey yok.

Büyükler bile kat kat giyseler ile korunamazken binlerce çocuğun halini siz de pekiyi biliyorsunuz.

Hatta iki bebek soğuktan donarak vefat etti.

Bunun üzerine Suriyeli mültecilerden bazıları pankart açtılar.

“Esat öldürüyor, Türkiye donduruyor” diye yazıyordu.

Hepimiz biliyoruz ki mecbur kaldılar yani, kıymet bilmezlikten değil.

Oradaki yardım gönüllüsü arkadaşlarımızın halini bir aklınıza getirsenize.

Taner’le Ferhat iki bebeğin, yavrucağızın vefatı sırasında orada bulunuyorlardı.

Annelerinin perişan hallerine şahit oldular.

Onları bir türlü teselli edememişler.

Taner ve Ferhat ikiside dışarı çıkıp böğüre böğüre ağlamışlar.

Bana göre bu olaydan fazlasıyla etkilediler.

Bünyeleri de zayıfladı tabi. Daha fazla direnemeyerek strese yenik düştüler.

Orada ben de olsam benzer sıkıntılar yaşayacağımı biliyorum. İki bebeğin ölümünden sonraki günlerim kabus oldu bana çünkü.”

Kim olduğunu göremediği bir diğer gönüllü iç çekerek araya girdi. Ortamı rahatlatmak istemişti.

“Neler gördük neler, doktorların psikolojisi gibi rahat bir psikolojiyi yakalayamadık hala.”

Ferhat tedavisi yapıldıktan sonra da hiç konuşmadı.

Yardım Derneği günler sonra onu İstanbul’da ailesinin yanına gönderdi.

Doktorlar uzun bir süre dinlenmesi gerektiğini söylemişlerdi.

Ferhat 4 ay boyunca hiç kimse ile hiçbir şey konuşmadı.

Sadece Suriye haberlerine kulak kesildi geri kalan hiçbir şeyi umursamadı.

Bu sürede Taner aradığında telefona baktı, söylediklerini dinledikten sonra hiçbir karşılık vermeden telefonu kapattı.

Taner de arkadaşının bu durumun bildiği için telefonda ona moral vermek için hep umutlu konuştu, ona moral verdi. Telefonunu kapatır kapatmaz da gözlerindeki yaşlara hiç hâkim olamadı.

Taner o gün Hatay Devlet Hastanesi’nde 7 saatlik baygınlığın ardından ayıldıktan sonra ilk olarak Suriyeli çocukları sordu.

Olanları dinleyince başını yana çevirerek mutlu bir yüz haline büründü.

Biraz sonra yüzüne tekrar kasvet geldi.

Neden, nasıl olur bu diye düşünüyordu.

Bu iki çocuğu yaralı bir şekilde tedavi için götürdükleri ilk hastane kontrol altındaki bir hastaneydi.

Üstelik yardım gönüllüleri tarafından kurulmuştu. Bütün doktorlar bilinen, gerçekten özverili, inanmış doktorlardı.

Bu iki çocuğun böbreği hangi vicdansızlar tarafından alınmıştı?

Onca kontrol ve güvenlik bariyerini nasıl aşmışlardı?

En önemlisi nasıl cesaret edebilmişlerdi buna!! Nasıl?!

Çocukları Hatay Devlet Hastanesi’ne getirdiklerinde ikisinin de aklının ucundan bile geçmeyen bu şey olmuştu.

“Bu çocukların böbreği yok beyefendi” diyince Ferhat’ın kendine bakışını ömür boyu unutamayacaktı.

Ferhat’ın ruhunun, her şeyinin o an donuverdiğini gözleriyle görmüştü.

Sanki ölmüştü de canı çıkmakta geç kalmıştı.

Kendisi zaten sonrasını hiç hatırlamıyordu.

“Allah’a yemin olsun ki kalan ömrümü bu organ mafyası ile mücadele için harcayacağım.

Kökünüzü kurutacağım o. çocukları. Yavşak leşkerler. Aşağılık piçler!!” demişti.

Hatırlamayacağı kadar uzun bir zaman sonra ağzını ilk kez bozuyordu.

Ferhat’ı telefon ile ararken bu kez gerçekten mutluydu.

“Ferhat, kardeşim biliyorsun tek işim Sherlock Holmes gibi olayın izini sürmek.

Sivil ve resmi bütün kuruluşlarla tek tek görüştüm.

Herkesi bilgilendirdim ve bilinçlendirdim.

Olayın failini buldum.

Sen merak etme, o adamı bulup kendi ellerimle boğacağım.

Batı Afrika ülkelerinden gelen birini yardım gönüllüsü doktoru kılığında kullanmışlar.

Fark etmediği bir zamanda bir fotoğraf karesinin içine girmiş.

Yüzü rahatlıkla belli oluyor.

Şimdi kayıp.

Bir iz daha buldum.

İngiltere pasaportu kullanıyormuş, Londra’ya uçmuş.

Yanında Newyorklu bir bayan varmış.

Pasaportumu aldım gidiyorum.

Bulacağım onu!”

“Ben de geliyorum kardeşim”

Ferhat dört ay altı gün sonra ilk kez konuştu.

Taner Ferhat’ı konuşturabilmişti. Telefonu kapadı.

Göz yaşlarına hakim olamadı yine.

Hakim olamadığı sevinç gözyaşlarıydı bu kez.

omeraltass@gmail.com

twitter.com/altasyalvac

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s