Aşırı anlam yüklü kelime ve kavramlar

İşte ballı meyveler

Dallarında olgun, diri duruyor.

Koparılmadan düşeceklerdi toprağa

Biraz daha gecikseydin eğer

Nazım Hikmet

Karmaşık sosyal-siyasal yapıları sadece bir kelime ya da kavram ile açıklamaya çalışmak fazlasıyla ilgimi çeker.

Türkiye, sıradan bir kelime altına “her şeyi sığdırma” konusunda iddialı bir ülke.

Örneğin bu ülkede bir zamanlar bütün yük “gericilik” kelimesinin sırtına bırakıldı.

Bazen “çağdaşlık” oldu bu, bazen “Cumhuriyet”, mesela “Atatürkçülük”.

Bazen “Türklük” kelimesinden, ülkenin devasa ağırlığını taşıması istendi.

Ülke bu kelime örtüsü altına sığmayacak kadar “büyüktü”, doğal olarak sosyal ve siyasal anlamda “çatladı.”

Bazen farklı toplumsal dokular “laiklik” kavramının çeperleri içine süpürüldü. Ama nice organizmalar orada çürüdü ve koktu.

Sonraları bunların tam karşısında aynı mantık örgüsünü taşıyan karşıt versiyonlar çıktı.

Kimileri bütün yaşamı “Sol” gibi türedi bir kavramın içine sıkıştırmak istedi. Komünizm içlerinden en ilgi çekeni.

Yakın tarihte; devrimcilik, işçiler, proleterlik, Milli Görüş, Büyük Doğu, Diriliş, Ülkücülük, Nurculuk, Süleymancılık, hizmet, Mukaddesatçılık, Muhafazakârlık, Şeyh Efendi, Alperenlik, ‘İslamcılık’, şuurlu Müslümanlar, Kürtlük, yurtseverlik gibi kavramlar aynı kaderi paylaştılar.

Bugünlerde; ulusçuluk, İstiklal Marşıcılık, antikapitalistlik, liberallik, Sol İslam, T.C. vb. başka kavramların görev almak için telaşla sıraya girmiş olduğunu izliyoruz.

Bugüne kadar bunlardan hiçbiri büyük milleti kapsama yeteneğini gösteremedi, milleti sadece daha fazla ayırdı.

Bu nedenle toplumun önünü açan ileri demokratik dönüşümleri ve Kemalizm’den kopuşu ifade etmek için benim de kullandığım “Yeni Türkiye” ifadesini bu akıbete düşürmemiz gerekir. (Bu anlamda görüşlerini benimle paylaşıp hatırlatmalarda bulunduğu için Yrd. Doç. Dr. Ramazan Yıldırım beye teşekkür ederim.)

Galiba üst sorun, toplumu “illa” ve bir şekilde tanımlamaya çalışmakta ama temel sorun, devleti bir tanım üzerine oturtmak çabasından kaynaklanıyor.

Devlet kendini tanımladıkça kıyasla toplum ve kurumlar da kendini tanımlamaya çalışıyor.

Oysa her tanım birazda potansiyel çatışma merkezi değil midir?

Bir de bu tanımlara gereğinden fazla anlamlar yüklendiğini ve hayatın merkezine konulduğunu (ideoloji) düşünün.

Her yapı, yaptıkları ve yaptırdıkları o küçük “tabelalarının”, milleti kızgın güneşten koruyabileceğini düşünüyor.

“Her grup kendi faaliyetleriyle övünüp duruyor.” (Rum 32)

Bu davranış aslında kadim kültürel bir mirastan besleniyor.

Çünkü insanoğlunun genindeki “soykırım” kültürü hala yaşıyor.

“Yiyecek temini ve barınma” için öldürmek gerekir şeklindeki ilk dönemlerden kalma kötü ruh hala bilinçaltında bütün canlılığını koruyor.

İnsan küçük bir çaprazda hemen ikiye ayrılan sefil yaratık olmaktan kurtulabilir mi bilmiyorum.

İnsanın ilk refleksi bu: “Biz ve ötekiler.” Bizimkiler ve onlar.

Bu her zaman şu demek oluyor: Biz ve şeytanlar, biz ve kötüler, biz ve ‘yaratıklar’.

Gelinen nokta ise hep aynı ve korkunç: “İnsanlar ve alt insanlar, Human ve Subhuman, gelişmiş ve gelişmemiş insan türleri.”

Modern zamanlarda bu refleks zaman zaman ilerici-gerici koduyla kendini gösteriyor.

Zaman zaman laik-yobaz, Alevi-Sünni, demokratik-anti demokratik, siyah-beyaz, şehirli-köylü.

Bazen Kürt-Türk formuyla, bazen de Muhafazakar-Atatürkçü olarak beliriyor.

Nasıl ki şimdilerde Barış’ı ve Demokratik Açılımlar’ı savunanları “çiğ çiğ yiyebileceğini” söyleyebilenler varsa!

Aslında hepimiz birbirimizi “çiğ çiğ yiyoruz.”

Tarih boyunca bütün soykırımlar, söz konusu ettiğimiz mantığın bilinçleri dönüştürmesinden sonra gerçekleşti.

Batılılar Tasmanya yerlilerini, Amerikalı Beyazlar Kızılderilileri soykırıma tabi tutmak için saldırırken aşağılık varlıklara saldırır gibi meczupça nara atıyorlardı!

Empati kelimesini biz bize iken kullanılıyoruz sadece.

Yok etme kültüründen başka bir çözüm yolu bilmiyoruz.

Hep merak ederim, nice mucizevî gelişmeler var eden insanlık bu konuda neden bir arpa yolu mesafe kat etmiştir?

“İlkel” dönemlerde olduğu gibi kaybedenler çoluk çocuk yok ediliyor.

Hakimiyeti ele geçirince kültürel, sosyal, siyasal ve sanatsal bütün farklı izlerin tamamını silmeye çalışmak aslında “gericiliktir.”

Savaş meydanında bile serinkanlı olmak, adil olmak, empati yapmak, masum olanı ayırmak, haksız bir şey yapmamak erdemdir.

Gerçek insanlık galibiyet zamanlarında ortaya çıkan tutumlarda kendini gösterir.

Kendi partisi, mezhebi, cemaati ve çevresi dışındakileri hiçe saymak ve böyle davranmak “sosyal soykırımdır.”

Bu kültürü daha fazla beslememek için yapılacak işlerden biri de bazı kelime ve kavramlara gereğinden fazla anlam yüklememek ve “yüklenmemek” gerekecek.

Ne iyi ki 2010’ların Türkiye’sinde ideolojik sıcak çatışma alanları azalıyor.

Umarım artık her kelime ve her kavram ideolojiden yakasını kurtararak hak ettiği içerik kadar gündeme gelir artık.

Biraz daha gecikmeden anlamları kadar anlam taşısın kelime ve kavramlar bundan böyle.

Not: Kavramların yerli yerine oturtulması bağlamında, Siyaset Bilimci ve Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Şener Aktürk’ün “Üst Kimlik” ve “Türklük” konusundaki orijinal analizlerinin tartışılması ve gündemde tutulması gerekir. Buna, özellikle Prof. Dr. Erol Göka ve araştırmacı yazar Hüseyin Dayı beylerin dikkatini çekmek isterim.

omeraltass@gmail.com

twitter.com/altasyalvac

http://www.facebook.com /Ömer Altaş

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s