Barak Obamanın; Başkan seçilmesinin ardından, 20 Ocak 2009 da, muhteşem bir kalabalığa karşı, çatısı Kasım ayından itibaren kurulan özenle hazırlanmış konuşma metninde yer alan en etkili sözlerden biri şuydu:
Dünya hızla değişiyor, biz bu dönüşüme ayak uydurabilmeliyiz
Barak Obamanın hitabetindeki tedirginlik komplo teorisyenlerini hayal kırıklığına uğratmıştı.
Çünkü onlar her şeyin mutlak kontrolünü Amerikanın elinde tuttuğuna dair sabah akşam teori üretiyor ve alıcı buluyorlardı.
Nasıl olur, Amerika Devleti mutlak bir güç değil miydi?
Bu evrensel güç de mi izafilik içeriyor?
Tüm süreçlere hakim olmayabilirlilik mi söz konusu ediliyor?
Zbiggniev Brzezinski, Büyük Santraç Tahtası kitabında, en acil görev bir devletin ABDyi Avrasyadaki hakemlik rolünü önemli ölçüde azaltma kapasitesini elde etmemesini sağlamaktır diyerek telaşı nasıl belli eder?
Yoksa dışta, orda bir yerde başka bir irade daha mı var?
Kahhar Amerikan gücünün üstünde bir boşluk.
Yeni Amerikan iradesi olan Obamayı tedirgin eden şeyin adı ne sorusuna bir Liberal modernite, bir Komünist determinizm, bir Kapitalist küreselleşme, bir Mümin Allahın (toplamın) iradesi diye cevap verebilir.
Tarih, insanlık ve üretilen değerlerin toplam iradesi tanrıdan bir cüzdür.
Tüm olgu ve yapıların tabi olduğu Mutlak hegemonya esasta budur.
Birinin determinizm diğerinin küreselleşme olarak gördüğü, Pentagonu tedirgin eden şey, dünyanın ne olacağı belli olmayan karakteristiği.
Amerika Birleşik Devletleri yeni bir dünya oluşurken yeni evrende konumunu koruma telaşı yaşıyor hala.
Bugün bu telaşın yarattığı yaşam boşluğunda rol (ç)alan bir Türkiye var.
İşte bu, boşluğa duyarsız kalmayarak şartları lehine çevirmeye çalışan Türkiye Cumhuriyetinin aktivitesi, Yeni Türkiye olarak tanımlanıyor.
Kartların yeniden karıldığı uluslararası bir süreçte karşısına çıkan jeo-politik, jeo-stratejik fırsatları avantaja çevirmeye çalışan bir devlet.
Küreselleşme baskılarına ve iç dinamiklere karşı direnemeyen Kemalist Türkiye Cumhuriyetinin elinden aldığı bayrağı yeniden sahibine devretme sancısı yaşayan bir ülke.
Yanı başında ise; ortaya çıkan bu imkânların içine doğan, kişisel cesareti, kararlılığı ve imanı ile o imkânların avantajlarını ve rüzgârını arkasına alan bir lider.
Politik fırsatları iyi okuyan, tavır alabilen ve sonuç odaklı düşünen öncü bir figür.
Bu sorumluluğu üstlenebilmek için sadece devlet adamı olmanın yetmediği görüldü.
Solculuk, Liberallik, Ülkücülük, Muhafazakârlık, mutasavvıflık ve Takiyyecilik sıfatları da yetmedi.
Bu yükü taşımak için esaslı, kapsamlı, derin ve milli bir kimliğe ihtiyaç vardı.
Devleti yeni bir üst evreye çıkaracak (yıkım ve inşa) bu vasıflar iddialı ve görece olacak ama galiba bir “Müslüman” ontolojisi ile mümkün olabilirdi.
Ülke ve dünya koşullarında başkasına şans verilmediği için devrimci olmak zorunda kalan bir Müslümanda..
Gözü kara, içindekini saklamayan, tevekküllü, kararlı, toplumun içinden konuşan, yokluk görmüş, bilinci yaralı.
Öyle görünüyor ki, Recep Tayyip Erdoğan bu ihtiyaca karşılık geldi.
Erdoğan’a illa bir vasıf verilecekse bu O bir Müslüman olmalıdır.
Hayatını bu sıfat doğrultusunda yaşayan, bu referansı, başkasının yapmasının çok güç olduğu koşullarda bile öne çıkarma cesareti gösteren ve olaylara bakışını İslamlık perspektifinden gerçekleştirdiğinde mutlu olduğu izlenebilen bir kişiye başka ne derseniz hak olur?
Ömrünü, bir kez Allah diyen kişinin dahi hakkının savunulması üzerine yaptığı konuşmalarla geçiren Fethullah Gülen Hoca’dan, sistematik bir muhalefetin biriktirdiği öfkesine kurban giderek Erdoğan’a “Firavun” demesi yerine bu hakkı teslim etmesini beklemek yanlış mı olur?
Sol Kemalizm, ülkenin dönüşümünü bugüne kadar dinci, faşist, diktatör tanımlarıyla engelleyemedi.
Türk Milliyetçileri; vatan bölünüyor, ülke satılıyor, hain gibi çok güçlü olabilecek propaganda tarzıyla bile etkili olamadılar.
Kürt Milliyetçileri kendi kapsama alanlarında dahi; barış sürecini oyalayarak zaman kazanan, TC’nin yeni başbakanı kampanyası ile başarılı olamadılar.
Acaba seçkinci, sağcı ve Protestan İslamcılığın izlerini taşıyan muhafazakarlar; Firavun, Karun, Belam tanımı ile din dili üzerinden demokratikleşen Türkiye’yi geriye çevirebilirler mi?
Hizmet elitistleri, Türkiyenin en dinamik ve değerli sivil toplumlarından biri olan, cemaat tanımı içinde büyütüp politika potasına yerleştirmeye çalıştıkları ve anlamsız bir çapraza kilitledikleri tabanlarını bu din dili ile ikna edebilirler mi?
Hizmet’in üst yapısının bir şansı olduğu söylenebilir: Din dilini bırakır ivedilikle siyasi bir terminoloji geliştirirlerse Yeni Türkiyenin yakıcı sorunları üzerinden Gezi Parkı arkasına gizlenen küresel iradenin beceremediği etkili bir muhalefet yaratma fırsatı elde ederler.
Diğer bir deyişle, yarım asır boyunca kendi tanımladıkları Cemaat sınırlarına çekilerek ortada büyüyen uğursuz stresi dağıtabilir, izahı güç çelişkileri izale edebilirler.
Böylece kendilerini var eden değerler üzerine basarak Müslümanlık ölçü biriminin sadece Allahın elinde olabileceğini ve bu toplumda din satarak bir yere varılmayacağını anlarlar.
Bir Müslümana Firavun demenin; Kuranda geçen, karşıdan bakıldığında iyi beslenmiş ama zehir yemiş bir devenin bir süre sonra çatlayacağı metaforunda olduğu gibi kendi muhteşem birikimlerini heba edecek bir tür ağu özelliği taşıdığını ne zaman fark ederler bunu bilemiyoruz.
Şu kısa sürede, 2013 sonbaharında ortaya koydukları çelişkiler bedeni tümden saracak ölümcül bir virüs özelliği gösteriyor.
Bazen teşkilatların kendi kendilerini fena halde kilitlediklerine, çaresizliğe hapsolduklarına ve gözlerine perde indiğine tanıklık edilir.
Zaman zaman dışarıdan bir sayha yapının kalın duvarlarını aşarak onlara ulaşır. Öyle ise bu vakit, bir çıkmaza koşan Hizmet Hareketi’ne “yürekten” seslenme vakti.
Kendinize gelin!
Bugüne kadar aynadan kamuoyuna yansıyan özünüze dönün!
omeraltass@gmail.com
twitter.com/omraltas