Türkiyedeki İslami hareket olgusunun en dinamik ve heyecanlı dönemini yaşadığı 1980-1995 evresinin önde gelen İslamcı aydınları arasında Ali Bulaç ismi de anılırdı.
Batılı paradigmaların besleyip büyüttüğü Türk aydınları bu sosyal yapıyı Radikal İslamcılık olarak adlandırırdı.
Ali Bulaç o dönemde Tarikatçılık, Nurculuk ve Milli Görüş gibi İslami referanslı ana akım sosyal sınıflar içinde değil Radikal İslamcılık serüvenine dahil edilirdi.
Şahsının da buna itirazı olmadı.
Ama algı problemli oluştu, İslamcılığın ideologu olma ‘kadrini aşarak’ Ali Bulaçın kimliğine yapıştı.
Bu yersiz algı dış çevrelerin Ali Bulaçı popülerliğin etkisiyle radikal İslamcılığın teorisyeni olarak kodlamalarından kaynaklandı.
Oysa İslami hareketi oluşturan farklı yapılanmaların tamamının onu bir teorisyen olarak görmediği, eylemlilik içine girmeyerek pasifizm içinde olduğu, dönemin görkemli sürecine katılarak daha ziyade kendini akışa, akışı da kendine kattığı yaygın bir kanaat olarak dile getirildi.
Ali Bulaç bu anlamda bir serüven, o kendi serüvenini şimdi Zaman Gazetesinde sürdürüyor.
Mümtazer Türköne gibi o da başta Cemaat- Hükümet tartışmasına dostlarının ifadesiyle mizacına uygun olarak girmemeye eğilimliydi, sonraları her ne olduysa her ikisi de diğer yazarlara oranla daha fazla öne hem çıktılar hem çıkarılıyorlar.
Ali Bulaçın Zaman Gazetesinde bugünkü (2 Ocak 2013) yazısı da ibret dolu.
Yazısına bugünlere nasıl geldiğimizi anlamamız gerekir cümlesiyle başlayarak bilinmeyen bir arka planı deşifre edeceği anlaşılıyor ve okuyucu yapılacak büyük tespitlere odaklanıyor.
Okuyucu yazı bittiğinde şunu anlıyor: Ak Parti küresel güçlerin bir nesnesi, güdümlü, mamul doktrinel bir yapı, tam tanımlı bir amaca hizmet etmesi için var edildi, sonra görev amacını aşmaya başlayınca küresel yapımcılar ona karşı harekete geçti.
Önce yazıya bir göz atalım:
Hatırlayalım: AK Parti kurulduğunda içeride merkez sağ ve merkez sol partiler çökmüştü; ABD, Afganistan ve Irak üzerinden bölgeye yerleşmeyi planlıyordu.
AK Partililer kuruluş doktrinlerini uzlaşma kavramı üzerine kurdular. Gerekçeleri şuydu: Yaşadığımız 28 Şubat tecrübesi bize gösterdi ki Erbakanın kafasıyla iktidar olunmaz, olunsa da iktidarda kalınmaz. İktidar olmanın ve iktidarda kalmanın yolu uzlaşmadan geçer. Bundan böyle a) Küresel güçlerle (ABD, AB ve İsrail), b) İçeride askerî ve sivil bürokrasiyle c) Büyük sermaye ile uzlaşılacaktı. Buna karar verilince medyada 28 Şubatta Erbakanı savunanlar onu ilk terk edenler arasında yer aldı.
Anlaşılıyor ki Ali Bulaç kendini bir fenomen olarak görüyor ama başlangıçta Ak Partili arkadaşları onu dinlemeyerek hatta küçümseyerek yoluna devam etmişler. Bulaç’ın devasa bir yapı ile asimetrik bir kıyaslamayı kendine uygun görmesi dikkatlerden kaçmıyor.
Bu doktrin seslendirildiğinde bu köşede ve çeşitli platformlarda doktrinin yanlış olduğunu, uzlaşılacak güçlerin Türkiyede ve bölgede sorunun sebebi olduklarını, uzlaşılsa bile bir süre sonra AK Partiyi tasfiye etmek isteyeceklerini anlatmaya çalıştım. Beni kimse dinlemedi, Erbakan gibi eski kafalısın dediler, böylelikle çok sayıda arkadaşım yola çıkmış oldu.
Doktrin cazipti, iktidar vaat ediyordu. Parti kuruldu, yola çıkıldı, Kemal Dervişin ekonomi, ABnin reform yol haritasına bağlılık beyan edildi. Daha milletvekili bile değilken Avrupa ülkeleri Sayın Erdoğanla görüşmek üzere sıraya girdiler, Oğul Bush, Beyaz Sarayda iki saat görüştü, Amerika daha önce Clintonın sarahaten belirttiği üzere Türkiye, 21. asrın kaderini belirleyecekti.
Ortalarda karmaşık gibi görünen meselenin bir matematik formülasyonu gibi şek-şüpheye mahal bırakmayacak kadar net olduğunu şöyle izah ediyor.
Mesele şuydu: Amerika ve Batı, bundan sonra büyük kavga ve belki savaşların yaşanacağı Pasifike gidiyordu. Ortadoğu sisteme entegre edilmeyen boşluktu, bölgeyi kendi haline bırakamazdı. ABDnin iki doktrini vardı: Muhafazakârların askerî güç kullanarak düzen kurmak, Demokratların yumuşak güçle (kadın hareketi, STKlar, demokrasi, liberal felsefe, eğitim, TV dizileri vs.) bölgeyi dönüştürmek. AK Partili Türkiye her ikisine de talipti. Bölge rejimleri (otokrat yönetimler, askerî diktatörlükler) çoktan son kullanma tarihi geçmiş ilaç gibiydi, bundan sonra bünyeyi sadece zehirliyorlardı.
Küresel güçlerin -içlerinde Likutçu olmayan Yahudi lobilerinin- üç talebi vardı: 1) İsrail, sınırları belirlenmiş bir bölge devleti olsun, ehlileşsin, 2) Enerji kaynakları ve enerji nakil hatları güvende olsun, 3) Radikal İslamcı gruplar iktidar olmasın.
Küresel güç sistemlerinin jeo-politikalarını oluşturan jeo-stratejileri yazan ekibin bizzat içinde ya da Pentegonun gizli belgelerine ulaşmış olduğu gibi bir algıyı okuyucuya neden vermek istemiş olacağını kestiremiyoruz: İhale Türkiyeye verildi. Akademik formasyonunun ve entelektüel birikiminin tespiti bu keskinlikte yapmasına mani olmadığını görüyoruz. Çünkü zihinde yer alan bir yargıya, bir sonuca gidilebilmesi için ana referansın tartışılmaz olması gerekir öyle değil mi? Bu veri bir sonraki paragrafta kendini daha iyi ele verecek…
Bölgeyi bu üç parametreye göre ancak Türkiye, İran ve Mısır düzene sokardı. İhale Türkiyeye verildi ama İranla rekabet istenmedi. Çünkü Türkiye bölgeye girerken İranla çatışırsa bundan İran güçlenerek çıkacaktı. İran, İmam Humeyniden beri ortak düşman Bizansı (yani ABD ve İsraili) hedef almıştı, bu da onu güçlendiriyordu. Türkiye zamanla İranı yanına alacak, Suriyeyi çözüp Batıya yaklaştıracak sonra Mısırla da bölgeyi yeni rayına oturtacaktı.
Başrol Türkiyeye verildiğinden kapsamlı restorasyonla işe başlandı: a) Küresel sermayenin yönü Türkiyeye çevrildi, sel gibi para akmaya başladı, b) Türkiye, uluslararası düzeyde inanılmaz diplomatik ve siyasî desteğe sahip kılındı, c) Avrupalılara Türkiyeyi AB üyelik sürecine daha aktif dahil etmeleri için baskı yapıldı, d) İçeride periyodik darbeler yapan cuntaların tasfiye edilmesine yardım edildi, askerî vesayet rejimi durduruldu, yok edilmedi. e) Yakın bölge ülkeleriyle, özellikle Suud ve Körfez ülkeleriyle ciddi parasal ve siyasî ilişkiler kuruldu, sıfır ihtilaf politikasıyla neredeyse ortak bakanlar kurulu oluşturuldu. f) Afrikaya koridor açıldı.
Türkiye Devletinin daha doğrusu hükümetin başkasının; İsrailin, Neoconların ve Amerikanın jeo-politik stratejilerini uygulayıp sonra da kifayetsiz muhterisler gibi kimi başarıları kendinden menkul bildiğini ifade ediyor. Buna seviniyor mu üzülüyor mu çok önemli değil ama Kürtleri bölgede kendi kâhyası gibi kullanma niyetini izhar edince ifadesinde şu ana kadar ısrarla korunan iyi niyeti muhafaza etmek mümkün olmuyor! Demek Kürtleri bölgede kendi kâhyası gibi kullanma niyetini izhar edince öyle mi?
2011e gelindiğinde her şey tersine döndü. Türkiye dış politikası, Ortadoğudaki patlamaları doğru okuyamadı. Dış destekle sağlanan başarı, yanıltıcı bir özgüven ve bağımsızlık duygularını harekete geçirdi. Türkiye Yeni Osmanlıcılık projesiyle a) Geçmişte olduğu gibi Arap Ortadoğusu üzerinde hakimiyet kurma, b) Osmanlı-Safevi mirasına dönüp İranla rekabet etme, c) Kürtleri bölgede kendi kâhyası gibi kullanma niyetini izhar edince küresel yapımcılar harekete geçti. Onlara göre Türkiye ile anlaşmaları böyle değildi.
Doktrin yanlıştı diye yazınca sükûnete eriyoruz ama İslami değildi diye ekleyince birden yıldırım çarpmasına muhatap oluyoruz. Hem de 2013 Aralık ayında İstanbul’da kar yağarken daha önce hiç alışık olmadığımız şekilde oluşan sarsıcı gök gürlemeleri gibi.
Doktrin yanlıştı, İslamî değildi, riskliydi. Doğrusu ne olmalıydı? Cumartesi gününe kaldı.
Sahi İslami değildi ne demek? Belki Cumartesi günkü yazısında buna da açıklık getirir. Ümmetin ittifakla, İcma-i Ümmet ederek Ali Bulaçın neyin İslami neyin İslami olmadığını belirleyecek parametreleri kamuoyu ile paylaşmasına karar verdiğini henüz duymadık. Nasıl ki Pentagon jeopolitikasının önder analizcilerinin toplanarak İran, Mısır ve Türkiye üzerinde alınan kararları kamuoyuna açıklaması hususunda kendisini ittifakla sözcü olarak seçtiğinin duyulmaması gibi.
Yukarıda yazılanlar bir de son olaylar ışığında Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapan ve henüz ayrıldığı konusunda bir haberin çıkmadığı bir yazarın kaleminden çıktığı verisi ışığında okunduğunda bu size de bir ironi hissi yaşatıyor mu?
Türkiye; normalleşme, barış ve demokratikleşme temellerinde büyük bir yapısal değişim yaşarken, bu değişimi tetikleyen büyük fay hatlarının kırılma evrelerinin neredeyse hiçbirinde dönüşümü domine eden bir tavır içinde olamayan bir takım gerici Türk aydınlarının kaderi özellikle kimi İslamcı aydınların kaderini hiç gereği yokken teslim alırken bazı yürekleri etkili bir acı sarıyor.
omeraltass@gmail.com
twitter.com/omraltas