Derin Anadolu ve Erdoğan

Tanzimat, Devşirme siyasetinin; Kemalizm, Tanzimat’ın günahının bedeli oldu.

Yeni Türkiye iradesi de Kemalizm’in günahlarının kefareti, devletin tövbesi.

Her durumda kendi eksenimiz etrafında dönüyoruz.

Bir devamlılık söz konusu.

Tüm pozisyonlarda pergelin bir ucu sabit. Pergelin diğer ucu, sınırları istediği kadar uzaktan çizsin sonuç değişmiyor.

Mustafa Koç’un cenaze törenini hatırlayın: Tabutunun üstünde Fenerbahçe futbol takımı bayrağı ve Kelime-i Şahadet yazılı Osmanlı örtüsü vardı!

Felsefi bir merkez-kaç düzeneği bu.

Sen seküler bir hayat yaşa, Batıcılığın ve Pozitivizm’in gözde referansı ol ama cenazen tekbirlerle kaldırılsın!

Bu ülkede her çaba nihayetinde millete mebni. Kimseye kaçış yok. Fıtrattan kurtuluş yok.

Olan-biten her şey bize dair. Geriye sadece bunu görmek kalıyor.

Hayat siyah-beyaz değil, dilemmamız da sadece “Kemalizm” ve “biz” değil.

Biz bir süreğiz.

Kemalizm zıp çıkmadı.

Ürettik.

Osmanlı’da, “Eşgal Defteri” tutmaya başladığımızdan, Devşirme sisteminin yarattığı toplumsal obruktan bu yana, bir yüzümüzü, insiyakla, Batıya çevirdiğimizden bu tarafa, kendi ellerimizle kazandıklarımızın sonuçlarına katlanıyoruz.

Bizdeki 100 yıllık değil 500 yüzyıllık bir heves.

Bütün suçları Kemalist TC’ye yüklemek rasyonel değil. Kolaycılık. Köpürtülmüş, fanatik, sığ bir İslamcılık.

Devlet-i Ali Osmaniye’nin iç gözü; son dönemlerinde üç renk dolayımında “dışarıdaydı.”

Kırmızı (Roma-Batı-iktidar).

Beyaz (Kadın).

Gümüş (Akçe).

Devlette öykünme, taklit, seçkincilik, bir tamahkârlık psikozu vardı.

Bu nitelik, Türkiye Cumhuriyeti’ni var etti.

İrfan diliyle, biz zaten oyduk.

Mefsedetlerin yanında az sayıdaki takva da yandı.

Ulaşmaya çalıştıkça kaybettik. Benliğimiz, onurumuz, ontolojimiz yozlaştı.

Şimdi silkiniyoruz.

Bu 100 yıllık bir silkiniş değil.

Said Halim Paşa, Bediüzzaman, Cemil Meriç ve Ahmet Arvasî gibi münevverlerin de telmihte bulunduğu gibi 500 yıllık bir uyanış.

Anladık ki, Kırmızı da, Beyaz da, Gümüş de “içimizde.”

Kırmızı; Tevhit ve İlây-ı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem.

Beyaz; iffet ve mahremiyet.

Gümüş; zekât, infak ve adalettir.

Devlet keramet, asalet ve hakkaniyettir.

Dün, bugün ve yarın; sorunun özü devlettir.

Devlet de millet gibi; onurlu, gururlu ve “kendi” olduğunda sorun bitecektir.

Zira millet (derin Anadolu) daima aynı kaldı.

Bir anekdotla karikatürize ederek açalım: Yetmişli yıllarda bir arkadaşımın annesi televizyonun çıktığı ilk zamanlarda; televizyonda yayınlanan o zaman ki dizileri arkasını dönerek izlermiş. Dinleyerek televizyon izlemek ve yorumlamak ilginç bir kare olsa gerek.

Sırtını dönme refleksinin belki de varoluşsal anlamı şudur:

Gâvurdan gelen her şey gâvurdur.

Gâvurdan gelen iyilikte bile bir gâvurluk behemehâl vardır.

Millet, teste gerek duymadan daha ilk bakışta olay ve olguların sırrını anlıyor.

Devlet’se bunu yeni öğrendi..

Milleti “tebaa” ve “kul” olarak gören nakıs devlet vizyonu yenildi.

Devlet ile millet arasındaki iletişim ve geçiş mekanizmalarını süreğen bir Devşirmecilik sistemiyle yok edip farkında olarak ya da olmayarak milletle kendi arasına mesafe koyan ve milleti iktidardan uzak tutan devletli zihniyet mağlup oldu.

Devleti, neredeyse 500 yıldır izole asker kökenlilerden, köksüz acem ve iç oğlanlarından, Enderun’dan, Batılı üniversitelerden devşiren elitist imparatorluk politikası ve geleneği daha yeni tedavülden kalktı.

Bu perspektiften bakıldığında Recep Tayyip Erdoğan olgusunu ne Sultan Abdulhamit’le ne de Mustafa Kemal Atatürk’le değil Fatih Sultan Mehmet’le, II. Mahmut’la ilişkilendirerek analiz etmeli.

Erdoğan; bize dair, devlet felsefesindeki, tek başına Mustafa Kemal’li son büyük kırılmanın değil, Fatih Sultan Mehmet döneminde kurumsallaşan daha derin bir ön kırılmanın tashihidir.

Avam kişilikler insanın “kim” olduğuna, havas kişilikler insanın “ne” olduğuna bakar.

Erdoğan kimdir sorusundan çok Erdoğan’ın karşılığının “ne” olduğu sorusu önemlidir.

Onlar Tayyip Erdoğan’ın “kim”liğine saldırdıklarında, milletin, kendine saldırılmış gibi tepki vermesini bundan sonra da anlayamayacaklar.

“Ben ümmetimle tartıldım onlardan ağır geldim” hadisindeki ince felsefeyi ve tüzelliğin yaratıcı dinamiğini bundan sonra da bilemeyecekler.

Söz konusu olan benliktir, özgüvendir.

Erdoğan’ın; “Ey oligarşi, ey Esed, ey Putin, ey Obama, ey BM!” seslenişleri, millet ve ümmetin her bir ferdinin yüreğindeki dehlizleri dolaşarak çıkıyor.

Millet kutlama yapıyor; yüzlerce yıllık horlanmanın son bulmasını kutluyor.

Millet ayakta; bizzat devletteki yozluğun, aşağılatıcı yabancılaşmanın, çift kişiliğin, aşağılık kompleksin ve kimlik krizinin izale oluşunu alkışlıyor.

Dolayısıyla bu anti-emperyalist tepkilerden kimler rahatsız oluyorsa bilin ki düşman odur!

Keskin ve umarsız bu ayrım; gün be gün daha fazla belirginleşecek, son sınır noktasına ulaşacak, normalleşecek, pratik, sıradan bir gerçeğe dönüşecektir.

Yorum bırakın